Hz. Resulüllah’ın sıkıntı ve sınanma zamanlarındaki örnek davranışı

Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de hz. Resulüllah’a (sav) hitaben şöyle buyurur:

وَاصۡبِرۡ وَمَا صَبۡرُکَ اِلَّا بِاللّٰہِ وَلَا تَحۡزَنۡ عَلَیۡہِمۡ وَلَا تَکُ فِیۡ ضَیۡقٍ مِّمَّا یَمۡکُرُوۡنَ ﴿۱۲۸﴾

Tercümesi 128. (Ey Peygamber!) Sabret, sabret­men de ancak Allah’ın (yardımıyla olabi­lir). (Bu insanların halinden) kaygılanma ve kurdukları planlardan ötürü sakın canını sıkma.

Sonra Allah Ahzap suresinde şöyle buyuruyor:

وَلَا تُطِعِ الۡکٰفِرِیۡنَ وَالۡمُنٰفِقِیۡنَ وَدَعۡ اَذٰٮہُمۡ وَتَوَکَّلۡ عَلَی اللّٰہِ ؕ وَکَفٰی بِاللّٰہِ وَکِیۡلًا ﴿۴۹﴾

Yani, Kâfirlerle münafıkları hiç dinle­me, eziyetlerine de aldırma. Allah’a gü­ven, Allah gözetici olarak yeterdir.

Birisinin aklına şu soru gelebilir: Bu sene calsanın ana teması “barış”tır. Barış konusuyla Peygamber Efendimizin  sıkıntı ve sınanma zamanlarındaki güzel örneği konusunun ne alakası vardır? Ancak eğer birisi  azıcık konunun derinine inip bakarsa o şunu söylemeye mecbur olacaktır: Eğer insan barışa talip ise, bu ister onun evinde olsun ister toplumunda yahut bütün dünyada olsun, hz. Resulüllah’ın sıkıntı ve sınanma zamanlarındaki güzel örneğini benimsemedikçe o barış asla bulunamaz. Gerçekte, barışın tesisi, İslam’ın ilk dönemindeki büyük zaferinin nedeniydi ve bugün İslam’ın yeniden yükselişi için de bu şaşmaz silahtır. Bu yüzden bu devirde emniyetsizlik imansızlık ve musibetlere saplanmış insanlığı kurtarmak ve barışın beşiği haline getirmek için, sevgili imamız 5. Halifetü’l Mesih hazretleri 2017’den beri, Seyyidü’l Enbiya hz. Muhammed Mustafa (sav) ve sahabelerinin olaylarını anlattığı bir hutbe dizisi başlatmıştır ve şimdiye kadar yaklaşık 250 hutbe vasıtasıyla bizim iman ve yakinimize yeni bir renk vermiştir.

Allah-u Teala bizim önderimiz ve efendimiz hz. Muhammed Mustafa, Ahmed-i Mücteba (sav)’i bizim için en güzel örnek belirledi ve onun mukaddes zatını, insanın başına gelebilecek her türlü sıkıntı ve sınanmadan geçirerek onun yüce ahlakının öyle bir ışıltısını gösterdi ki ezelden beri gözler bu manzarayı görmeyi bekliyordu. O zorluklar ve sınanmalar, Peygamber Efendimizin gözlerini dünyaya açmasıyla başlayıp o yüce dostu Refik-i Ala’ya dönünceye kadar her an şiddeti ve genişliği artarak devam etti. Aslında Peygamber Efendimizin bütün hayatı, sıkıntı ve sınanma denizinin çalkantılı dalgaları arasında geçti.  Ve bütün bu durumlarda Allah’ın hükümlerini sabır ve azim ile yerine getirdi. Aynen birisinin dediği gibi

در میان قعر در یا تخته بندم کرده ای

باز می گوئی که دامن تر مکن هشیار باش

Yani beni nehrin ortasına, tahtaya bağlayıp, “Sakın ıslanma, dikkat et” diyorsun.

Normal dünyanın gözünde bu imkansız bir şeydir. Ancak bizim efendimiz hz. Muhammed Mustafa (sav) bu imkansız şeyi sadece mümkün hale getirip göstermekle kalmadı hatta uygulamada da öyle bir güzellik verdi ki bir an bile Allah’ın rızası ve sevgisinin beyaz örtüsüne bu dünyanın kirinin bir damlasını bile sıçratmadı. Mükemmel sabır, tahammül ve dayanma örneği sergileyerek hiçbir zaman bu zorluklar ve sıkıntılardan bahsetmedi. Bir defa şu kadar söyledi:

” لَقَدْ أُخِفْتُ فِي اللَّهِ وَمَا يُخَافُ اَحَدٌ ، وَلَقَدْ أُوذِيتُ فِي اللهِ وَمَا يُؤْذَى اَحَدٌ ، ۔ ۔ ۔ “

Ben Allah yolunda o kadar korkutuldum ki bu şekilde başka hiç kimse korkutulmadı ve Allah yolunda bana o kadar sıkıntı verildi ki böylesi başka birine verilmedi. (Sünen Tirmizi, hadis no 2472)

Birinin aklına şu soru gelebilir: Resulüllah (sav) Allah’ın bu kadar sevdiği ve bütün peygamberlerin en üstünü ise o zaman bu kadar sıkıntı ve sınanmayı neden yaşadı. Hz. Mesih-i Mev’ud (as) bununla ilgili şöyle buyurdu:

Bazı dar görüşlü insanlar, Allah’ın peygamberlerinin ve elçilerinin de sıkıntılar yaşadığını görürler… Bu musibetler aslında musibet değil, aksine sadece üzerlerinde Allah’ın lütfu ve ihsanları olanlara verilen büyük nimetlerdir… Allah’ın peygamberler ve velilerle ilgili iradesi, onların her türlü ahlakını ortaya çıkarmaktır… Böylece Allah, bu amacı gerçekleştirmek için onların nurlu ömrünü ikiye ayırır. Bir bölümü zorluklar ve musibetler içinde geçer ve her türlü acı ve sıkıntıya maruz kalırlar ki, en şiddetli musibetler olmadan asla ortaya çıkamayacak olan o üstün ahlakları ortaya çıksın. Eğer o en şiddetli musibetler onlara gelmeseydi, musibetler geldiğinde Rablerine vefasızlık etmeyen, aksine daha da ileriye giden ve herkesi bırakıp onlara lütuf nazarıyla baktığı ve Kendi yolunda sıkıntı çekmeye onları layık gördüğü için Kerim Rabbine şükreden bir topluluk oldukları nasıl kanıtlanırdı?… Onlar öyle yüce ve değerli oldular ki, bir benzeri yoktur… Ve öyle kamil ve cesur oldular ki, adeta binlerce aslan tek bir bedende, binlerce kaplan tek bir vücutta gibidirler; güç ve kudretleri herkesin gözünden daha yüksek mertebelere ulaştı ve yakınlık mertebelerinin en üstüne eriştiler… (Beraheen-i Ahmediye, Üçüncü Bölüm, Ruhani Hazineler, Cilt 1, sayfa 275-282)

Hz. Resulüllah’ın mübarek hayatının iki devri vardır. Birisi peygamberliğinden önceki 40 yıllık dönem ve diğeri peygamberlikten sonraki 23 yıllık dönem. Hz. Mesih-i Mev’ud (as), Peygamber Efendimizin peygamberlikten önceki 40 yıllık sıkıntı ve zorluklarla dolu hayatını resmini çizmiştir ki daha iyi anlatılamaz. Şöyle buyurur:

Seyyid’imiz ve efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), ömrünün kırk yıl gibi büyük bir kısmını yalnızlık, sıkıntı ve yetimlik içinde geçirdi. Bu yalnızlık döneminde hiçbir akraba veya yakın, akrabalık ve yakınlık hakkını yerine getirmedi. Öyle ki, o manevi padişah, küçük yaşta kimsesiz çocuklar gibi bazı çöl sakinleri ve göçebe kadınlara emanet edildi ve bebeklik günlerini o kimsesizlik ve yoksulluk içinde tamamladı. Biraz aklı erer hale gelince, dünyada hiç kimsesi olmayan yetim ve kimsesiz çocuklar gibi, o çöl sakinleri tarafından koyun gütme hizmeti o alemlerin önderine verildi. O sıkıntılı günlerde, en basit türden tahıllar veya keçi sütü dışında hiçbir gıda yoktu. Ergenlik çağına geldiğinde, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in evliliği için amcası veya diğer akrabaları, onun son  derece güzelliğine ve cemaline rağmen hiçbir düşünceye kapılmadılar… Bu, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gerçek amcaları olan Ebu Talib, Hamza ve Abbas gibi kişiler mevcutken ve özellikle Ebu Talib, Mekke’nin reisi ve kendi kavminin lideri olmasına, dünyevi şöhret, haşmet, servet ve kudrete sahip olmasına rağmen, onun o günlerinin büyük bir sıkıntı, açlık ve yokluk içinde geçmesi çok şaşırtıcı bir durumdur. Hatta durum, çöl insanlarının koyunlarını gütmeye kadar varmıştı ve bu acıklı durumu görüp kimsenin gözünden bir damla yaş akmamıştı. Hz. Peygamber (s.a.v.) gençlik çağına geldiğinde, hiçbir amcanın aklına bile “Sonuçta biz de babası gibiyiz, evlilik gibi zaruri konular için bir şeyler yapmalıyız” düşüncesi gelmemişti. Halbuki kendi evlerinde ve diğer akrabalarında da kızları vardı. Bu noktada doğal olarak şu soru ortaya çıkıyor: Bu insanlardan bu kadar soğukluk neden kaynaklanmıştı? Bunun gerçek cevabı şudur ki, o insanlar Seyyid’imizi ve efendimizi, babasız ve annesiz, hiçbir imkanı olmayan, fakir, cebinde bir şey olmayan, kimsesiz bir çocuk olarak görmüşlerdi. “Böyle bir dertliye yardım etmekten ne fayda elde ederiz ki?” diye düşünmüşlerdi. “Onu kendi damadımız yapmak, kendi kızımızı felakete atmak demektir” diye düşünmüşlerdi. Ama onun bir prens ve manevi padişahların reisi olduğundan, kendisine dünyanın tüm hazinelerinin anahtarlarının verileceğinden habersizdiler. (İzale-yi Evham, Birinci Bölüm, Ruhani Hazain, Dipnot, sayfa 112-114)

Hz. Resulüllah’ın (sav) hayatının ikinci dönemi peygamberlikten başlayıp sevgilisi olan Allah’ın huzuruna varıncaya kadarki dönemdir. Bu da ayrıca iki dönemden oluşur: Bir dönem 13 yıllık Mekke dönemi, ikincisi 10 yıllık Medine dönemi.

Hz. Mesih-i Mev’ud (as) şöyle buyurur: Hz. Resulüllah’ın (sav) Mekke’de geçen 13 yıllık hayatında karşılaştığı sıkıntı ve zorlukları biz tahmin bile edemeyiz.  Bunu düşününce kalp titrer. Bu, hz. Resulüllah’ın (sav) yüksek metanetini, kalp genişliğini, sebatını, azmini ve kararlılığını gösterir. O kadar vakur bir insan ki sıkıntıların dağları kopup geliyor ama onu zerre kadar kımıldatamıyor. O, sorumluluğunu eda etmekte bir an bile tembel ve umutsuz olmadı. O zorluklar onun iradesini değiştiremedi. (Melfuzat, cilt 2, 2018 baskısı, sayfa 178)

Bugün biz, Peygamber Efendimizin hayatının birkaç anına şu açıdan  göz atacağız: Bu mücessem yüce zat, peygamberler tarihindeki her zat gibi sıkıntı ve zorluk denizinin kabaran dalgalarında sabır, tahammül ve dayanma ahlaklarının hangi yeni yüceliklerini gösterdi.

Hakaret ve sözlü eziyet karşısında Peygamber Efendimizin sabır ve tahammülünün örneği

 Allah-u Teala Peygamber Efendimize şöyle buyurdu:

وَاصۡبِرۡ عَلٰی مَا یَقُوۡلُوۡنَ وَاہۡجُرۡہُمۡ ہَجۡرًا جَمِیۡلًا ﴿۱۱﴾

Yani, onların dediklerine karşı sabret. Onlardan güzellikle ayrıl.

Gelin, Hz. Peygamber’in (sav) hakaret ve dil oklarıyla yaralanmasına rağmen, bizim için bir yol gösterici olarak nasıl örnek bir sabır ve metanet sergilediğine bakalım. Çünkü dil oklarının bir yarası, kılıcın yüzlerce yarasından daha ağırdır.

Hazret Muslih-i Mev’ud’un buyurduğu gibi:

“Kılıcın yüzlerce yarası değse de, Dilin bir yarası onlardan daha kötüdür.

Dil yarasının üstüne sonbahar gelmez, O yara son nefese kadar taze kalır.”

Hakaret ve alay oklarının yağmuru, Peygamber Efendimizin ilk tebliğ çabalarıyla birlikte başladı. Peygamber Efendimiz (sav) Abdulmuttalip oğullarına davet verdiğinde hepsi toplandı. Aralarında Efendimizin amcası Ebu Lehep de vardı. O, hak mesajı duyduğunda hiç utanmadan “helak olasın, bizi bunun için mi toplamıştın.” Dedi. (Siret Halebiye Urdu, cilt 2, sayfa 248)

Peygamber Efendimize haşa, şair, divane, büyücü ve en büyük yalancı diyerek küfretme tufanının silsilesi son ana kadar devamlı olarak sürdü. Peygamber Efendimizin mübarek eşi Hz. Ayşe’ye dil oklarıyla yapılan saldırının ciddiyetini, Allah’ın bu olayı Kuran’da “büyük bir iftira” olarak tanımlamasından anlayabiliriz. Ancak bizim Efendimiz, önderimiz,  insanlığın bu büyük muhsini, dört bir yandan gelen dil saldırısına karşı sadece mükemmel bir sabır ve metanet göstermekle kalmadı, aynı zamanda bu vahşi düşmanlar için Rabbine sürekli ibadet ederek, gecelerini uyanık geçirerek bize örnek bir duruş sergiledi. (Buhari, Cihad Kitabı, Uhud Gazvesi Bölümü)

Efendimizin, anlamı övülmüş olan  pak ismi Muhammed’i çarpıtarak müzemmim (yani kınanmaya müstehak) derlerdi. Buna karşılık Peygamber Efendimiz buyururdu ki, bakın, Allah-u Teala beni nasıl onların küfürlerinden koruyor. Bunlar bir müzemmime küfür ediyorlar halbuki benim ismimi Allah-u Teala Muhammed koydu. (Sahih-i Buhari Kitabü’l menakib)

Zati bedensel eziyet ve iptilalar

Hz. Muslih Mevud (ra) Peygamber Efendimizin kişisel sıkıntı ve iptilalarından bahsederek şöyle der: Hadislerde belirtilir ki, eski zamanlarda Allah’ın dinini kabul edenlerin kafası testere ile kesilirdi de üf bile demezlerdi. (Buhari Kitabü’l Menakib) Ancak Muhammed Resulüllah’a (sav) bir sene değil, iki sene değil, on sene değil, devamlı olarak vefat edinceye kadar testere vuruldu.

Hristiyanlar, Mesih’in bir kez çarmıha gerilerek tüm günahkarların kefaretini ödediğini söylerler (Romalılar, bölüm 5, ayet 2-8). Ama Mesih’in başına tüm ömrü boyunca sadece bu olay gelmiştir. Oysa Muhammed Resulullah (s.a.v.), hayatının her anında insanlar için çarmıha gerilmiş ve onlar için binlerce değil, yüz binlerce ölümü kabul etmiştir.

Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in hayatındaki olaylara baktığımızda bu iddia bir gerçek olarak karşımıza çıkar ve her adımda böyle olaylarla karşılaşırız.

Bir keresinde Kâbe’de kafirler, kendisinin boynuna bir atkı  dolayıp o kadar sıktılar ki gözleri kızararak dışarı fırladı. Hz. Ebu Bekir bunu duyunca koşarak geldi ve Resul-i Ekrem (s.a.v.)’i bu acı verici durumda görünce gözleri yaşlarla doldu. Kafirleri iterek “Allah’tan korkun. ‘Rabbim Allah’tır’ dediği için bir adama mı zulmediyorsunuz?” dedi. (Buhari, Kitabu’l Menakıb, Menakıb-ı Ebi Bekir).

Bir defasında, Resul-i Ekrem (sav) Mekke’de bir kayanın üzerinde derin düşüncelere dalmışken, aniden Ebu Cehil çıkageldi. Gelir gelmez O’na bir tokat attı ve ardından en iğrenç küfürleri savurmaya başladı. Peygamberimiz (sav) hem tokadı yedi hem de küfürleri dinledi, ancak ağzından tek bir kelime bile çıkmadı. O, hakaret edip gittikten sonra Peygamberimiz (sav) sessizce kalktı ve evine döndü… (Es-Siyretü’l-Halebiye, “Peygamberimiz ve Ashabının Erkam’ın Evinde Gizlenmesi” Bölümü)… Ve işte bu sabır, Hz. Hamza’nın İslam’ı kabul etmesine vesile oldu.

Bir defa Peygamber Efendimiz (sav) pazardan geçiyordu ki Mekke’nin yaramaz serserilerinden bir grup Peygamber Efendimizin etrafını sardı ve, “bakın bu, ben peygamberim diyen  adamdır” diyerek yol boyunca Efendimizin ensesine tokat attılar. (Es-siretü’l Halebiye)

Hz. Resulullah’ın tüm sahabeleri tamamen boykot edildi ve Ebu Talib Vadisi’nde mahsur bırakıldı. Bu durum sadece birkaç gün, birkaç hafta ya da birkaç ay sürmedi; tam üç yıl devam etti. (Kaynak: es-Sîretü’l-Halebiyye, Bâb-u İctimâi’l-Müşrikîn alâ Munâbezet-i Benî Hâşim ve Bâb-u’l-Hicreti’s-Sâniyeti ile’l-Habeşe ve Bâb-u Zikri Vefâti Ammihî Ebî Tâlib ve Zevcetihî Hadîce)

Sürekli olarak her tehlikeli durumda düşmanın ilk hedefi sadece Efendimizin varlığı oluyordu. Ancak her fırsatta, bu tehlike ateşine o kadar cesurca kendini attı ki sanki kendi canının hiçbir değeri yokmuş gibi görünüyordu. Uhud Savaşı’nda bir taş miğferine isabet etti ve çivileri yüzüne saplandı. Hatta kendinden geçerek, Efendimizin etrafında savaşarak şehit düşmüş sahabelerin cesetleri üzerine düştü ve daha sonra bazı başka sahabelerin cesetleri de Peygamber Efendimizin üzerine düştü ve insanlar onun öldüğünü sandılar. Ama kendisi çukurdan çıkarılıp  kendine geldiğinde, “Düşman beni yaraladı, dişlerimi kırdı, akrabalarımı ve dostlarımı şehit etti” diye düşünmedi. Aksine, kendine gelir gelmez dua etti: ” ربِّ اغْفِرْ لِقَوْمِیْ فَاِنَّھُمْ لَایَعْلَمُونَ ” (Müslim, Kitabü’l-Cihad, Bab: Gazvet-i Uhud). “Ey Rabbim! Bu insanlar benim makamımı bilemediler, bu yüzden onları bağışla ve günahlarını affet.”

Aynı şekilde, Taif’te taşlarla kan revan içinde bırakılıp oradan kaçarken, dağların meleği huzuruna geldi ve şöyle dedi: “Eğer istersen, Taif halkının üzerine yanlarındaki iki dağı ters çevireyim.” Ama o şöyle buyurdu: “Bunu yapma. Bu insanlar ne yaptıysa cehalet ve bilgisizlik yüzünden yaptılar. Umarım Allah Teala, bu insanların neslinden İslam’a hizmetkâr olacak insanlar yaratır.” (Buhari, Kitabü’l-Halk, Bab: İza Kale Ehadüküm Amin…) (Tefsir-i Kebir’den alınmıştır, Şuara Suresi, Cilt 9, sayfa 315-320, 2023 baskısı).

Amcası Ebu Leheb, tevhid inancından vazgeçmemesi üzerine oğullarına talimat vererek iki kızını da boşattırdı. (Esedü’l-Ğâbe, Rukiyye bint-i Resulullah)

Hayatı boyunca pek çok yakınının vefatının acısını yaşadı. Bunların arasında sevgili annesi, dedesi ve amcasının vefatı; sevgili eşi Hz. Hatice’nin vefatı; sayıları on bire kadar ulaşan oğullarının ve kızlarının  vefatı bulunmaktadır… (İbn Mace, Cenazeler Kitabı, “Allah Resulü’nün Oğluna Cenaze Namazı” Bölümü)

Oğlu Hz. İbrahim’in vefat anı gelince, Peygamber Efendimiz (s.a.v) büyük bir sabır ve metanet gösterdi. Yüce Allah’ın rızasına boyun eğerek şöyle buyurdu: “Göz ağlar, kalp üzülür, ancak biz Rabbimizin razı olacağı sözden başkasını söylemeyiz. Ey İbrahim! Senin ayrılığından dolayı çok üzgünüz.” (Buhari, Kitabü’l-Cenaiz, Babü Kavli’n-Nebiyyi İnna bike le mahzunûn)

Peygamberimiz, intikam alma gücüne sahip olmasına rağmen, bu zorlukların ve sınavların baş sorumlularını affederek bizler için muazzam bir örnek teşkil etmiştir.

“Peygamberlerin ve evliyaların ömrünün ikinci kısmı, fetih, ikbal ve kudretin  en yüksek seviyesinde geçer ki, böylece ancak fetih, ikbal, zenginlik, yetki, iktidar  ve güç sahibi olmakla ortaya çıkabilecek ahlakları sergilesinler… Hatemü’l-Enbiya  Hz. Muhammed (sav), Mekkeliler ve diğer insanlar üzerinde tam bir zafer kazandığında ve onları kılıcının altında gördüğünde, yine de günahlarını bağışladı… Ve galip geldikten sonra herkese ‘Bugün size bir kınama yok.’ dedi. İşte bu bağışlama sayesinde, ki bu düşmanların gözünde imkânsız bir şeydi ve kötülüklerine bakarak kendilerini düşmanlarının elinde kesin katledilecek zannediyorlardı, binlerce insan bir anda İslam dinini kabul etti. Peygamberimizin uzun bir süre onların en ağır eziyetlerine karşı gösterdiği hakiki sabır, güneş gibi gözlerinin önünde parladı… Dünya nimetleri kendisine bolca verildi, ancak Peygamberimiz o pak ellerini dünya ile bir nebze bile kirletmedi. Ve daima zenginliğe karşı fakirliği, güçlülüğe karşı mütevazılığı tercih etti…” (Beraheen-i Ahmediye, Üçüncü Bölüm, Ruhani Hazineler, Cilt 1, sayfa 282-290)

Hz. Ayşe, Hz. Peygamber’in sabır ve metanetine şahitlik ederek şöyle demiştir: “O, asla kendi şahsına yapılan bir haksızlığın veya zulmün intikamını almadı.” (Müslim, Faziletler Kitabı)

Münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy bin Selûl, hayatı boyunca Peygamber Efendimiz’le (s.a.v) alay etmeye devam etti ve sayısız zihinsel ve fiziksel eziyetin başı oldu. Ancak onun tüm bu küstahlık ve kötülüklerine rağmen, vefat ettiğinde Peygamber Efendimiz (s.a.v) kendi gömleğini ona kefen olarak verdi ve cenaze namazını kıldırdı. (Sahih-i Buhari, Hadis No: 1366)

Zatü’r-Rikâ Gazvesi’nde kendisini takip ederek öldürmek için gelen Gavres bin Haris’i de affetti. Gavres, Peygamber Efendimiz (s.a.v) uyurken kılıcını ele geçirmiş ve O’nu öldürmeye teşebbüs etmişti. Ancak Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ilahi heybeti ve manevi gücü karşısında amacına ulaşamadı. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu can düşmanını dahi affetti. (Buhari, Kitabü’l-Megazi, Babü Gazveti Zatü’r-Rikâ)

Sabır ve tahammül dersini böyle de verdi, Canını almaya gelen birine…

Böyle bir düşmanı dahi affetti, Elinde çekilmiş kılıç olmasına rağmen…

Ona milyonlarca salat, ona milyonlarca selam olsun.

Hayber Gazvesi’nden sonra, ünlü Yahudi komutan Merhab’ın kız kardeşi Zeynep bint el-Haris, Resûlullah’a hediye olarak kızartılmış et sundu. Bu etin içine zehir karıştırarak O’nu öldürmeyi planladı. Ancak Allah, O’nu bu tehlikeli plandan kurtardı. Yapılan soruşturma ve Zeynep’in suçu itiraf etmesine rağmen, Resûlullah onu affederek büyük bir örnek teşkil etmiştir. (Ebu Davud, Diyât Kitabı, “Bir adama zehir içiren veya zehirli yemek yedirip ölümüne sebep olandan kısas alınır mı?” başlığı, Hadis No: 4512)

Sevgili amcası Hz. Hamza’nın ciğerini çiğneyen Hind’i affederek öyle büyük bir bağışlama örneği sergiledi ki, bu durum Hind’in hayatını tamamen değiştirdi. O, evini ve kalbini putlardan temizledi ve Hz. Peygamber’e şöyle arz etti:

والله ما كانَ عَلَى ظَهْرِ الأَرْضِ اهْلُ خِبَاءِ احَبَّ إِلَيَّ أَن يَذِلُّوا مِن اهْلِ خِبَائِكَ ، ومَا اصْبَحَ اليومَ عَلَى ظَهْرِ الأَرْضِ اهْلُ خِبَاءِ احَبَّ إِلَيَّ أَن يَعِذُوا مِن اهْلِ خِبَائِكَ “

“Allah’a yemin ederim ki, yeryüzünde senin ailenden daha çok alçalmasını sevdiğim bir aile yoktu. Ama bugün durumum şudur ki, yeryüzünde senin ailenden daha çok yücelmesini sevdiğim bir aile yoktur.” (Buhari: 7161, Müslim: 1714)

Hazret Abdullah İbn Selam, İslam’ı kabul etme lütfuna erişmiş bir Yahudi âlimiydi. Kendisi, Allah Teâlâ, Zeyd bin Sa’ne’ye hidayet vermeyi dilediğinde Zeyd’in şöyle dediğini anlatır:

“Ben peygamberlik alametlerinin hepsini Resul-i Ekrem’de tanıdım, sadece ikisi hariç; onları henüz kendim denememiştim. Birincisi, bu peygamberin hilmi (yumuşaklığı), her cahilin cehaletine galip gelecek. İkincisi, cehaletin şiddeti onun ilmini daha da artıracak.”

Zeyd, O’nun hilmini sınamak için sık sık meclislerine katılırdı… Bir defasında ihtiyaç sahipleri için borç olarak biraz buğday alıp Resûlullah’a verdi. Borcun vadesi dolmasına iki üç gün kala, Resûlullah (sav) ashabıyla birlikte bir cenaze için yola çıktı. O Yahudi Zeyd, onun cüppesini öyle sertçe çekti ki cüppe omzundan düştü. Zeyd öfkeli bir yüz ifadesiyle sertçe sordu: “Ey Muhammed! Borcumu ödeyecek misin ödemeyecek misin? Allah’a yemin ederim ki, siz Haşimoğullarının çok oyalayıcı olduğunu biliyorum.”

Bunun üzerine Hazret Ömer bin Hattab öfkeyle titredi ve Zeyd’e öfkeli gözlerle bakarak dedi ki: “Ey Allah’ın düşmanı! Benim yanımda Allah’ın Resûlü’ne böyle bir saygısızlık etmeye nasıl cüret edersin? Eğer Resûlullah’ın hatırı olmasaydı, boynunu uçururdum.”

Resûlullah (sav) ise son derece vakarlı ve sakin bir şekilde gülümseyerek şöyle buyurdu: “Ey Ömer! İkimizin senden beklentisi daha farklı bir şeydi.  Benim borcu güzelce ödememi, onun da borcunu güzelce istemesini sağlamalıydın. Ömer! Şimdi git, onun borcunu öde ve biraz da fazlasını ver.”

Borcunu aldıktan sonra Zeyd bin Sa’ne, kendisinin Yahudi âlimi olduğunu ve hilm dışındaki tüm doğruluk alametlerini tanıdığını, bugün de bu alameti sınadığını söyledi ve Müslüman olduğunu ilan etti. Ardından bütün ailesi Müslüman oldu ve kendisi de Resûlullah ile birlikte birçok savaşa katıldı. (Müstedrek-i Hakim, Sahabe Bilgisi Kitabı, Zeyd bin Sa’ne’nin İslam’a Girişi Bölümü)

Osman bin Talha, Kâbe’nin anahtarını taşıyan kişi, cahiliye döneminde Kâbe’yi Pazartesi ve Perşembe günleri açtıklarını anlatır. Bir gün Hz. Peygamber (sav) geldi ve bazı insanlarla birlikte Kâbe’nin içine girmek istedi. Bunun üzerine ben O’na sert davrandım ve içeri girmesini engelledim. O ise çok yumuşak bir şekilde konuştu ve şöyle dedi: “Ey Osman! Bir gün bu anahtarı benim elimde göreceksin ve ben onu istediğim kişiye vereceğim.”

Mekke’nin Fethi günü, Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ın Osman bin Talha’dan aldığı o tarihi intikamın bir benzerini dünya gösteremez. O gün, Osman bin Talha da tüm haksızlıklarını hatırlamış olmalı ve Hz. Peygamber de o günü unutmamıştı. Hz. Ali (ra) de anahtarı taşıma şerefine talip oldu. Hz. Peygamber, Osman bin Talha’yı çağırdı ve ondan Kâbe’nin anahtarını istedi. Osman bin Talha titreyen ellerle anahtarı Allah’ın Resûlü’ne teslim etti. Sonra dünya, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu o tuhaf sahneye tanık oldu: “Bugün iyilik ve vefa günüdür, ey Osman! Bu anahtarı sonsuza dek sana ve senin ailene veriyorum. Zalimden başkası bu anahtarı sizden almayacaktır.” Bu iyiliği görünce, Osman bin Talha’nın başı eğildi ve kalbi Hz. Muhammed Mustafa’nın ayaklarının altındaydı. O, bir kez daha kalpten “Lâ ilâhe illallah, Muhammed Resûlullah” dedi. (Sîretü’n-Nebî, Dr. Sallabi, Cilt 3, sayfa 415-416, Darüsselam) (Tarihü’l-Hamis, Cilt 2, sayfa 482, 487-488, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye Beyrut)

Zulmün intikamını af ile aldı, aleykes selat u aleykes selam.

Ashab ve Akrabaların Çektikleri Fiziksel Acılar ve Sınavlar

Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v), tüm bu zorluklar ve sınavlarda Kur’an-ı Kerim’in bu emrine bağlı kalması zaten başlı başına büyük bir mucizedir. Ancak Efendimiz  Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) için Yüce Allah’ın emri daha da yüce bir anlam taşıyordu. Allah Teâlâ, Hûd Suresi’nde O’na şöyle buyurdu:

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ  

(Hûd, 113)

Yani: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle beraber tövbe edenler de dosdoğru olsun.”

Yani ey Resûl, kendin de her türlü zorluk ve sınamada eşsiz bir sabır, metanet ve sebat örneği sergile ve sonra da ashabını aynı renge büründür. Şimdi bu, Allah’ın rızasının zirvesine ulaşmak için öyle bir emirdir ki, Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’dan başka hiç kimsenin hakkıyla yerine getirmesi mümkün olmamıştır. Bu yüzden, Vadedilen  Mesih (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Benim inancıma göre, eğer Resulullah (s.a.v) bir kenara bırakılsa ve o güne kadar gelmiş geçmiş tüm peygamberler bir araya gelerek Resulullah’ın (s.a.v) yaptığı işi ve ıslahı yapmak isteselerdi, asla başaramazlardı.” (Melfuzat, Cilt 2, s. 59, 2018)

Kendi kalbine ve canına yapılan zulüm ve acılara sabretmek kolaydır, ancak çocuklarının ve sevdiklerinin zulmün hedefi olduğunu görmekle hissettiklerini bizler tahmin bile edemeyiz.

Bir keresinde, Hz. Ebubekir (r.a) Kâbe’de hak mesajını duyurduğunda müşrikler üzerine çullanıp onu çok kötü dövdüler. Utbe bin Rabia, çivili ayakkabılarıyla Hz. Ebubekir’in yüzüne öyle vurdu ki, yüzü kanlar içinde kaldı ve baygın bir halde kabilesi olan Beni Teym tarafından evine taşındı. (Sîretü’l-Halebiyye, Cilt 2, Sayfa 277, Daru’l-İşaat, Karaçi 2009)

Mekke’nin kavurucu sıcağında, Hz. Bilal’in (r.a) kızgın taşların üzerine yatırılıp üzerine ağır taşlar konarak “Lâ ilâhe illallah, Muhammedu’r-Resulullah” sözünden vazgeçmeye zorlanması kimin malumu değil ki? İki kadın köle sahabi olan Hz. Lübeyne ve Hz. Zübeyre  (r.a), İslam’ı kabul ettikleri için acımasızca dövüldüler. Hz. Yasir, eşi Hz. Sümeyye ve oğulları Hz. Ammar (r.a) da Ebu Cehil’in zulmüne sürekli maruz kaldılar. Bu zulümlere dayanırken, Hz. Sümeyye (r.a) şehadet mertebesine ulaştı.

Mekke’deki 13 yıllık kişisel zulümler silsilesi, Medine’ye hicretten sonra daha da kanlı bir hal aldı. Mekkeli müşrikler, kendileri gibi olan Arap kabilelerini ve Medineli Yahudileri de yanlarına alarak, silahsız Müslümanları zulüm değirmeninde öğütmek için bitmek bilmeyen bir kin ve düşmanlık ateşi yaktılar.

Bunun sonucunda, Hz. Muhammed (s.a.v) ve ashabı 120’ye yakın savaşa girmek zorunda kaldı, bu savaşlarda yüzlerce sahabi ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) en yakın akrabaları şehit edildi. Buna rağmen, Peygamber Efendimiz (s.a.v), tek olan Allah’ın adını yüceltmek için hiçbir musibeti zerre kadar önemsemedi. Sabah, akşam, gündüz ve gecenin karanlığında, Allah’ın mesajını insanlara ulaştırmaya devam etti. Bu yolda canını, malını, duygularını, hislerini, sevdiklerini ve akrabalarını dahi feda etmekten çekinmedi.

Vakti göz önünde tutarak sadece bir olay anlatacağım. Bu olay, onların zorluklar ve sınamalar içinde Allah’ın rızası için nasıl bir gönül hoşnutluğuyla ölümü kucakladıklarını gösteriyor. Gerçek şu ki, onlar ölümden korkmazdı, aksine ölüm onlardan korkardı.

Bir defasında, Hz. Peygamber (sav) bazı kabilelerin isteği üzerine, davet amaçlı yetmiş hafızı onlara gönderdi. Ancak bu kabileler, sözlerini bozarak onları Bi’r-i Ma’une’de şehit ettiler.

 Hz. Harâm bin Milhân, Hz. Peygamber’in mesajını iletirken düşman hileyle ona arkadan mızrak sapladığında, mızrak vücudunu delip geçti. O anda Hz. Harâm, yüksek sesle şöyle dedi:

“Allahu Ekber! Kabe’nin Rabbine yemin olsun ki, muradıma erdim!” (Siyerü Hâtemi’n-Nebiyyîn, sayfa 518, 2001 Hindistan baskısı)

Aynı şekilde, hicret yolculuğunda Resûlullah’a eşlik eden ve Hz. Ebu Bekir’in azatlı kölesi olan Hz. Âmir bin Füheyre şehit edildiğinde, ağzından kendiliğinden şu sözler döküldü:

“Allah’a yemin olsun ki, muradıma erdim!” (Bir Ayetin Anlamlı Tefsiri, Envaru’l-Ulûm, Cilt 18, sayfa 612-613)

Hz. Enes, Peygamberimize hiçbir ölümün, Bi’r-i Ma’une’de şehit olan yetmiş sahabenin ölümü kadar acı vermediğini belirtir. Hz. Peygamber, otuz gün boyunca namazın son rekatında yardım ve zafer için dua etmeye devam etti. (Es-Siyretü’l-Halebiye, Cilt 3, sayfa 171-172)

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) manevi gücü sayesinde sahabelerin şahsiyetlerinde meydana gelen devrim ve onların zorluklar ile sınavlarda efendileri Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) örnek davranışını nasıl yansıttıklarını anlatırken, Vaat Edilen Mesih (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Onlara ‘acı çekin ve sabredin’ emri verildiğinde, onlar da doğruluk ve sabır gösterdiler. Ayaklar altında ezildiler, ama hiç ses çıkarmadılar. Çocukları gözlerinin önünde parça parça edildi. Onlara ateşle ve suyla işkence edildi. Ancak şerre karşılık vermekten öyle uzak durdular ki, sanki süt çocukları gibi. Dünyada bunlar gibi başka bir grup olduğuna dair herhangi birinin elinde bir delil var mı? İntikam alma gücüne sahip olduğu halde, Allah’ın emrini duyarak onlar gibi acizliğe bürünen ve savaştan vazgeçen başka biri olmuş mudur? Cesarete, topluluğa, maddi güce ve karşılık verme gücüne keza erkeklik ve cesaretin bütün gerekliliklerine sahip olmalarına rağmen yine de yırtıcı bir hayvana benzeyen düşmanın eziyetlerine on üç yıl hiç yılmadan sabreden dünyada başka bir topluluğun var olduğunu kim ispat edebilir? Böyle bir kanıt kimin elindedir? Efendimizin  (s.a.v) ve ashabının bu sabrı, herhangi bir zorunluluktan değildi. Aksine kendisi için  can atan ashabının ( r.a.) cihad buyruğundan sonra gösterdikleri elleri ve ayakları o sabır zamanında da vardı. Birçok defa bin genç kişi muhaliflerin yüz bin tecrübeli askerini yenilgiye uğrattı. Bu, Mekke’de düşmanların kan dökücülüklerine karşı gösterilen sabrın, herhangi bir korkaklık veya zayıflıktan kaynaklanmadığını insanlara göstermek içindi. Aksine, Allah’ın emrini duyduktan sonra silahlarını bırakmışlar ve koyunlar ve kuzular gibi boğazlanmaya hazır hale gelmişlerdi. Kuşkusuz, böyle bir sabır insan gücünün ötesindedir ve tüm dünyanın ve tüm peygamberlerin tarihini okusak bile, bu üstün ahlakı herhangi bir ümmette veya peygamberin grubunda bulamayız.” (Government Angrezi Aur Jihad, Ruhani Hazain, Cilt 17, s. 10)

Ne güzel söylenmiş: Tüm alemlerin gamı silinir gider, O dert ortağından söz edildiğinde.

Efendimiz  Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) çektiği acı ve zorlukları bir insanın tam olarak kavraması mümkün değildir. onun bedeni, canı ve kalbinin neler yaşadığını ancak Alimü’l-Gayb” olan Yüce Allah bilir. Rabbü’l-Alemîn tarafından “Rahmeten li’l-Âlemîn” (Alemlere Rahmet) lakabıyla şereflendirilen onun pak kalbi, sadece mazlumların acısına değil, zalimleri affetmek için de son derece ızdırap çekti. İşte bunun bir örneğini sunuyorum.:

Veda Haccı sırasında, Arafat akşamında Resulullah (s.a.v) ümmetinin bağışlanması için dua etti. Kendisine şöyle bir cevap geldi: “Zalim hariç, ümmetini bağışladım. Zulüm görenin hakkı zalimden alınacaktır.”

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) yalvardı: “Ey Rabbim! Eğer istersen, zulme  uğrayanı (uğradığı zulmün karşılığı olarak) cennetine koyabilir ve zalimi de bağışlayabilirsin.” O akşam duasına bir cevap alamadı. Ancak Müzdelife’de sabah olduğunda tekrar dua etti ve bu kez duası kabul gördü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) gülümsemeye başladı.

Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.a) şöyle sordular: “Anamız babamız sana feda olsun, neden gülümsedin? Allah seni daima güldürüp tebessüm ettirsin.”

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu: “Allah’ın düşmanı olan İblis, duamın kabul edildiğini ve ümmetimin bağışlandığını öğrenince, başına toprak dökmeye ve helak olmak için beddualar etmeye başladı. Onun bu telaşını ve çaresizliğini görünce, gülmemi tutamadım.” (İbn Mace, Kitabü’l-Menasik, Babü Duâi bi’l-Arefa)

Hz. Muslih-i Mev’ud (r.a) Ne Güzel Buyurmuştur:

Bizim uğrumuza ne kadar da acılar çekmiştir, O “Alemlere Rahmet” olan pak kalbe bir sorun.

Bütün bunlarda bizim için dersler vardır

Vaat Edilen Mesih (a.s) şöyle buyuruyor:

“Peygamberlerin ve velilerin varlığı, insanların her türlü ahlakta onları takip etmesi ve Allah’ın kendilerine bahşettiği doğruluk yolunda, hakikat arayan herkesin aynı adımları atması içindir.” (Berahin-i Ahmediyye, s. 266)

Sonra şöyle devam ediyor:

“Adalet gözüyle baktığımızda, tüm peygamberler silsilesi içinde en üstün, en canlı ve Allah’ın en sevgili peygamberi olarak sadece tek bir kişiyi tanıyoruz. O da peygamberlerin efendisi, resullerin gururu, tüm elçilerin tacı olan, adı Muhammed Mustafa ve Ahmed-i Muçteba (s.a.v) olan zattır. O’nun gölgesinde on gün yürümekle elde edilen ışık, daha önce binlerce yılda dahi elde edilemezdi. Bu nedenle son tavsiyem şudur ki, biz tüm bu ışığı Ümmi Nebi Resul’ün (s.a.v) izinden giderek elde ettik ve kim onun izinden giderse, o da bu ışığa kavuşacaktır. Öyle bir kabul görecektir ki, hiçbir şey ona imkansız görünmeyecektir. İnsanlardan gizlenmiş olan canlı Allah, onun Allah’ı olacak ve tüm sahte ilahlar onun ayakları altında ezilip çiğnenecektir. O, her yerde mübarek olacak ve ilahi güçler onunla birlikte olacaktır. Selam, hidayete uyanların üzerine olsun.” (Sirac-ı Münir, s. 82)

Mübarek Ahmed Tenver Silsile-i Âliye-i Ahmediyye Mürebbisi

Start typing and press Enter to search