Dinler Arası Uyumun Tesisinde Peygamber Efendimiz’in (sav) Mübarek Örneği

Hadi Ali Çaudhari

أَمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلَا بِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ ( البقرة: 286)

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ إِلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ (ال عمران : 65)

وَلَقَدْ بَعَثْنَا بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَسُوْلًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوْتَ (النحل : 37)

Bu ayetlerin tercümesi şudur: Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de.

(Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. (Şunu söyleyerek:) Biz O’nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız. Ve dediler ki: İşittik ve itaat ettik. Bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz! Ve dönüş Sanadır.

De ki: Ey Kitap Ehli! Bizimle sizin aranızda müşterek olan şu söze gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve kimse kimseyi Allah’ın dışında Rab edinmesin.

Ve buyurdu ki: Biz her ümmete “Ey insanlar! Allah’a ibadet edin ve putlardan kaçının” diye bir elçi gönderdik.

Hazreti Mesih-i Mev’ud (as) dünyadaki tüm bu peygamberler hakkında şöyle der: “Biz hepimiz peygamberlerin hizmetkârıyız, tıpkı toprak gibi onların kapısında yatıyoruz.”

Her elçi elbette Hakk’ın yolunu gösterdi, ancak canımız o doğru yolda olanlara feda olsun. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bütün peygamberler birbirlerinden daha temizdir, ama Allah tarafından gönderilenlerin  en hayırlısı budur.

Bu sözler, barış aleminin padişahı Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ın kölesi olan ve onun öğretisi ve mesajına uygun olarak dünyadaki tüm dinlerin ve milletlerin elçilerini kendi elçileri olarak kabul edip onlarla uyum içinde yaşamayı öğreten o Mesih ve Mehdi’ye aittir.

Bu acizin konuşmasının başlığı: Dinler Arası Uyumun Tesisinde Peygamber Efendimiz (sav)’in Mübarek Örneği.

Barış ve Güvenliğin Tezahürü

Değerli dinleyiciler! Miladi 570 yılında Yemen kralı Ebrehe el-Eşrem, zulüm ve zorbalığın sembolü olarak, Kâbe’yi yıkmak amacıyla binlerce askeri ve filleriyle dünyanın merkezi ve kutsal mekanı olan Beytullah’ın yakınına indi. Ancak Yüce Allah, özel takdiriyle onu helak etti

O, dini nefretin ve dini saldırganlığın bayraktarıydı. Ebrehe’nin helak olayı Muharrem ayında gerçekleşti.

Bu olaydan bir buçuk ay sonra, 12 Rebiülevvel, yani 20 Ağustos 570’te, Kâbe’nin civarında da bir barış ve güven nişanesi ortaya çıktı.

Yani Hz. Abdullah ve Hz. Amine’den Hz. Muhammed (sav) doğdu. Bu çocuk, dünyaya gelir gelmez barış, huzur ve sükunetin güzel bir timsaliydi. Bir nişan ve dini kardeşlik ve uyumun hükümdarıydı.

Alem barışının hükümdarı, Resulullah’ın (sav) çocukluğu, onun fıtratını yansıtıyor

Güzellik ve ihsanın şaheseri bu çocuk, sevgili efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) idi.

Onun fıtratı ve özü, barış, huzur, sabır ve sükunet gibi sıfatlarla yoğrulmuştu. Bu nedenle, küçük bir çocukken bile evinde kendi etrafında huzur ve sükunet ortamı oluşturdu. O yaşta bile asla inatlaşmadı, hiçbir sıkıntıya, hatta açlık veya susuzluğa karşı bile hiçbir hoşnutsuzluk veya itiraz belirtisi göstermedi.

Nitekim çocukluktaki dadısı ve sütannesi Hz. Ümmü Eymen şöyle anlatır: مَا شَكَا رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَطَشًا وَلَا جُوعًا”

مَا شَكَا رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَطَشًا وَلَا جُوعًا


 (Ben Resulullah’ı (sav) hiçbir zaman açlık veya susuzluktan şikayet ederken görmedim.) (Medaric-un Nübüvve (Farsça) Şah Abdülhak Muhaddis Dehlevi’den Cilt 2 Sayfa 33, Matbaa Feyz Münşi Nevilkişvar ve (Urdu) Cilt 2 Sayfa 38, Matbaa Şebbir Brothers Urdu Bazar Lahor – 2004 Baskısı)

Resulullah’ın (sav) yüce ahlakına dayanan olağanüstü kişiliği öyledir ki, çocukluğu ve gençliği hakkında hiçbir yerde, yaşıtlarıyla bir kavga, dövüş veya bırakın dövüşmeyi, en ufak bir üzüntüye neden olduğuna dair bir bilgi bulunamaz.

Devam edelim, Resulullah’ın (sav) gençlik döneminde Kabe’nin yeniden inşası sırasında Hacer-ül Esved’i yerine koyma konusunda Kureyş kabileleri arasında bir anlaşmazlık çıktı: Hangi kabile onu yerine koyacaktı? Tartışma O kadar ileri gitti ki, herkes savaşmaya ve ölmeye hazırdı.

Hatta bazıları, cahiliye geleneklerine göre parmaklarını kana batırdılar ve  ölürüz ama bu onuru kabilemizden dışarı çıkarmayız diye yemin ettiler. Resulullah (sav) Allah’ın yardımı ve desteğiyle öyle hoş ve hikmetli bir karar verdi ki, herkes hayran kaldı ve “Âferin, âferin!” sesleri yükselmeye başladı.

Bu karar öyleydi ki, her kabilenin isteğini kolayca yerine getirdi, onların onur ve saygınlıklarını korudu, kanlarını muhafaza etti ve aralarında bir barış ve güvenlik ortamı tesis etti. (Eş-Şifâ, Fasl fî Adâletihi ve Emânetihi ve İffetihi ve Sıdk-ı Lehçetihi, Taberî, İbn Hişâm, İbn Sa’d, Zerkânî ve Tarih-ul Hamîs)

Çatışmadan Kaçınma

Resulullah’ın (sav) fıtratı öyle barışsever ve huzur yanlısıydı. Bununla birlikte, ona bu barış ve güvenlik ile Yüce Allah’ın ilahi hidayet mesajını başkalarına ulaştırma görevi verilmişti. Bu görevi yerine getirirken en ufak bir düşmanlıktan bile kaçınırdı.

Onun içinde bir çırpınış, bir özlem vardı; bu görevi hiçbir çekişme ve anlaşmazlık olmadan tam bir gönül rahatlığıyla yerine getirmek istiyordu, ancak Kureyş, onun bu mukaddes arzusuna her türlü engeli çıkardı ve zulüm, baskı ve şiddet bentlerini inşa etti.

Bu durumda bir defasında büyük bir üzüntüyle şu dileğini dile getirdi:

الرَّجُلُ يَحْمِلُنِي إِلَى قَوْمِهِ فَإِنَّ قُرَيْشًا مَنَعُونِي أَنْ أُبَلِّغَ كَلَامَ رَبِّي

“Keşke beni kendi kavmine götürebilecek cesur bir adam bulunsaydı, çünkü Kureyş Rabbimin kelamını tebliğ etmeme engel oluyor.” (Ebu Davud, Kitabu’s-Sünne, Babu fi’l-Kur’an ve Tirmizi, Babu Fezaili’l-Kur’an, Babu Keyfe Kanet Kıraatü’n-Nebi)

Bu, Resulullah’a (sav) ve takipçilerine karşı uygulanan şiddetli ve zalimane bir muameleydi. Peygamberimizin bu huzursuz ifadesinin analizi, hayatının şu yönünü açıkça ortaya koymaktadır: O, canından, malından, ailesinden ve namusundan bahsetmemektedir. Burada kendisine yapılan hiçbir baskı, şiddet veya zulümden şikayet etmemektedir. Aksine, O’nun üzüntüsü, Mekke’de kalarak Rabbinin birliğini ve uyum mesajını tebliğ edemiyor olmasıdır.

Her şeyini bırakıp bir yere gitme arzusu varsa, bu sadece orada Rabbinin kelamını insanlara ulaştırabilmek içindir.

Dünya Dinlerinde Uyumun Gerçek ve Temel Taşı

Saygıdeğer dinleyiciler! Herkes bu gerçeği bilir ki, dinin kuruluşu Yüce Allah tarafından, O’nun elçileri ve peygamberleri (aleyhimüsselam) aracılığıyla gerçekleşir. Dinle ve peygamberlerle kalplerin bağları ve ruhların ilişkileri öylesine güçlü ve derindir ki, insanlar onlar için canlarını bile feda etmekten çekinmezler. Onlar uğruna tüm mal varlıklarını, tüm dünyevi ilişkilerini, hatta anne babalarını, çocuklarını ve her şeylerini terk ederler. Çünkü hak dine iman etmek, doğru fıtratın asıl gereğidir. Bu yüzden her şey ona feda edilir.

Tüm dinlere mensup insanların bu, gerçek ve doğal, en güçlü duygularını ve ilişkilerini koruyan, benim Efendim ve velim, Peygamberlerin Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (sav) idi.

O (sav), hiçbir istisna yapmadan, tüm peygamberlere ve onların kitaplarına iman etmeyi İslam’a girmenin temel ve kalıcı şartları olarak belirlemiştir. O (sav) bu şartları imanın rükunlarına dahil etmiş ve her Müslümanın imanının temel ve zorunlu bir parçası kılmıştır.

 Dolayısıyla sadece Kur’an-ı Kerim’de zikredilen peygamberler (aleyhimüsselam) değil. Ya da  başka bir dini kitapta adı geçen bazıları, değil, aksine, istisnasız dünyanın herhangi bir kavmine veya herhangi bir bölgesine gönderilmiş, tüm peygamberler ve elçiler.  Onların varlığı bilinsin veya bilinmesin, Hz. Peygamber (sav) onlara inanmayı ve onların şan ve şereflerini korumayı her Müslümana farz kılmıştır.

 İşte bu, efendimiz ve velimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ın dünya dinleri arasında uyumun tesisi için dünya dinlerinde ve dünyanın genişliklerinde kurduğu temel ilkedir..

 Gerçek şu ki, bir kişi bir peygambere inanmıyorsa, onu doğru bulmadığı için inanmaz.  Bu yüzden ona karşı kötü söz söylemekten çekinmez.   Dünyada her yerde böyle olduğunu görüyoruz. Ama istisnasız her peygambere iman eden kişi bu cesareti gösteremez.

 Bu yüzden bu, dünyada barış ve güvenliği sağlamanın ve dünyayı uyumlu hale getirmenin temel bir prensibi, nihai bir yasası ve çok sarsılmaz, sağlam bir temelidir.

 Yüce Allah, Resulullah’a (sav) diğer tüm peygamberlere mukabil şu  üstünlüğü de vermiştir:

وَمَاۤ اَرۡسَلۡنٰکَ اِلَّا کَآفَّۃً لِّلنَّاسِ بَشِیۡرًا وَّنَذِیۡرًا

 (Sebe: 29) Yani, sen Allah’ın tüm yarattıklarına  gönderildin.

 Bu, aynı zamanda Resulullah (sav) aracılığıyla artık tüm peygamberlerin (aleyhimüsselam) ümmetlerinin bir araya getirilmesi gerektiği içindi.

 Tüm dinler, her dinin temel prensibi olan bu eksiksiz, kapsamlı, barışçıl ve güzel öğreti üzerinde uyumlu hale getirilecekti.

 Bu nedenle Yüce Allah ona şu eylem planını verdi:

یٰۤاَیُّہَا الَّذِیۡنَ اٰمَنُوا ادۡخُلُوۡا فِی السِّلۡمِ کَآفَّۃً

 (Bakara: 209). Bu bağlamda, bu mübarek ayetin anlamı aynı zamanda şudur: Ey dünyanın dört bir yanında yaşayanlar!  Kendi  Peygamberlerine ve dinlerine iman eden herkes, Hepiniz bu barış ve esenlik mesajına girin.   İslam’ın bu evrensel, barışçıl ve gerçek davetini kabul edin.   Çünkü bu, tüm peygamberler tarafından insanlara gönderilen barış ve güvenlik müjdesiydi.

 Bu şaşırtıcı ve güzel bir gerçektir ki, İslam’ın bu barış ve esenlik binasının güzelliği ve çekiciliği, kapsamlılığı, tamamlanmışlığı ve bütünlüğü sayesinde sadece diğer dinlerle uyumlu olmakla kalmayıp, onları tam anlamıyla kendi içinde barındıracak şekilde kuşatır.

 Dolayısıyla yüksek sesle şunu ilan ediyoruz ve bu konuda haklıyız: Dünyanın tüm dinleri İslam’ın içindedir ve İslam dünyanın tüm dinlerindedir.

 Yüce Allah bu gerçeği şu sözlerle açıklamıştır:

ہُوَ سَمّٰکُمُ الۡمُسۡلِمِیۡنَ ۬ۙ مِنۡ قَبۡلُ وَفِیۡ ہٰذَا

O (Allah) sizin isminizi Müslüman koydu, (bundan) önce de bu (Kur’an’da) da. (Hac, 79)

 İşte bu, sevgili efendim Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ın dünyaya getirdiği o güzel dindir.   O, uyum ve birliğin şu kesin mesajını getirdi: İslam’a girmiş olan veya İslam’a girmek isteyen herkesin istisnasız tüm peygamberlere ve onlara indirilen kelama iman etmesi zorunludur.

 O şu mesajı getirdi:

قُلۡ اٰمَنَّا بِاللّٰہِ وَمَاۤ اُنۡزِلَ عَلَیۡنَا وَمَاۤ اُنۡزِلَ عَلٰۤی اِبۡرٰہِیۡمَ وَاِسۡمٰعِیۡلَ وَاِسۡحٰقَ وَیَعۡقُوۡبَ  وَالۡاَسۡبَاطِ وَمَاۤ اُوۡتِیَ مُوۡسٰی وَعِیۡسٰی وَالنَّبِیُّوۡنَ مِنۡ رَّبِّہِمۡ ۪ لَا نُفَرِّقُ بَیۡنَ اَحَدٍ مِّنۡہُمۡ ۫ وَنَحۡنُ لَہٗ مُسۡلِمُوۡنَ ﴿۸۵﴾ وَمَنۡ یَّبۡتَغِ غَیۡرَ الۡاِسۡلَامِ دِیۡنًا فَلَنۡ یُّقۡبَلَ مِنۡہُ ۚ وَہُوَ فِی الۡاٰخِرَۃِ مِنَ الۡخٰسِرِیۡنَ ﴿۸۶﴾

 “De ki: Biz Allah’a iman ettik; bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve nesillerine indirilene, Musa ve İsa’ya verilene ve peygamberlere Rablerinden verilene iman ettik. Biz, onlardan hiçbirini ayırt etmeyiz. Biz O’na teslim olanlarız. Kim İslam’dan başka bir din ararsa, o ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Al-i İmran: 85-86).

 Bu Kur’an ayeti, aslında başlangıçtan itibaren her peygambere indirilen ilahi dinin İslam dini olduğunu, isimler farklı olsa da onların ruhu ve öğretisinin aslında İslam olduğunu belirtir.

 Aynı din, Resulullah (sav) üzerinde eksiksiz ve mükemmel oldu ve onun mübarek örneğiyle birlikte dünya çapındaki mesajı ve ebedi hakikatiyle dünyada tatbik edildi.

أَسْلِمُوا تُسْلَمُوا   Sık sık tekrarlanan barış ve güvenlik mesajı

 Yüce Allah, iman etmeyenler hakkında Hz. Resulullah’a (sav) şu öğretiyi de vermiştir:

فَاصۡفَحۡ عَنۡہُمۡ وَقُلۡ سَلٰمٌ

 (Zuhruf: 90) Yani, sen onları affet ve onlara barış mesajı ver.  Onları barışa davet et.

 Bu nedenle barış, güvenlik ve İslam’ı sunmak için Resulullah’ın (sav) mübarek bir örneği de buydu ve bu, onun sürekli yöntemiydi: Kabilelere veya bazı kişilere bireysel olarak “(اسلموا تسلموا – أسلم تسلم) Müslüman olun ki kurtulasınız” mesajını gönderirdi.

 Krallara mektuplar yazdığında da onlara “اسلم تسلم (Müslüman ol ki kurtulasın)” mesajını iletirdi.

 Nitekim o bölgelerde Roma İmparatoru’nun valisi olan Heraklius’a şöyle yazdı:

“بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ – مِنْ مُحَمَّدٍ عَبْدِ اللَّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى هِرَقْلَ عَظِيمِ الرُّومِ – سَلَامٌ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى – أَمَّا بَعْدُ فَإِنِّي أَدْعُوكَ بِدِعَايَةِ الْإِسْلَامِ – أَسْلِمْ تَسْلَمْ وَأَسْلِمْ يُؤْتِكَ اللَّهُ أَجْرَكَ مَرَّتَيْنِ – فَإِنْ تَوَلَّيْتَ فَعَلَيْكَ إِثْمُ الْأَرِيسِيِّينَ – وَيَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ.

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Allah’ın kulu ve Resulü Muhammed’den Roma’nın büyüğü Heraklius’a. Hidayete uyanlara selam olsun. Bundan sonra ben seni İslam davetine çağırıyorum. Müslüman ol ki kurtulasın. Müslüman ol ki Allah sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen, o zaman tebaanın günahı senin üzerine olur. Ey Kitap Ehli! Gelin, aramızda ortak olan bir kelimeye…”

Bu mektubu Allah’ın adıyla başlatıyorum.  O ki, istenmeden merhamet eden ve amellerin en güzel karşılığını verendir.

 Bu mektup, Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Roma reisi Heraklius’a.

 Hidayeti kabul edene selam olsun.   Ey Roma Reisi! Seni İslam hidayetine davet ediyorum.  Müslüman olarak Allah’ın selametini kabul edin.  İslam’ı kabul edin ki Yüce Allah size iki kat ecir versin.  Ancak yüz çevirirseniz, tebaanızın günahının da sizin boynunuzda olacağını unutmayın.

 Ve ey Kitap Ehli!  Bizimle sizin aranızda ortak olan şu söze gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve bizden kimse Allah dışında başka birini Rab edinmesin.

 Resulullah (sav) Bahreyn Reisi Münzir b. Savi’ye (o bölgede İran Şahı Kisra’nın  vekiliydi), Mısır valisi Mukavkıs’a (Roma İmparatoru’na bağlı Mısır ve İskenderiye’nin kalıtsal yöneticisiydi), Habeşistan’ın kalıtsal kralı Necaşi’ye, Gassani hükümdarı Haris b. Ebi Şamir’e (o Roma İmparatoru’na bağlı bir reisti) de benzer mektuplar yazdı.

Yemâme reisi Havza b. Ali ve diğerlerine de benzer mektuplar yazdı.  Tüm bunlarda Resulullah (sav) onları İslam’a ve barışa davet etti.

 Aynı şekilde Resulullah (sav), savaş zamanlarında da düşmanlarına “أَسْلِمُوا تُسْلَمُوا” (Müslüman olun ki kurtulasınız) veya “أَسْلِمْ تُسْلَمْ” (Müslüman ol ki kurtulasın) mesajını gönderirdi.

 Savaş bağlamında bu mesaj genellikle bir tehdit olarak algılanır.  Yani, Müslüman olursanız güvende kalırsınız, aksi takdirde kalmazsınız.

 Bu anlamın benimsenmesinin nedeni muhtemelen, sözlük anlamı itibarıyla “esleme” kelimesinin hem İslam’ı kabul etmek hem de itaatkâr, tabi ve boyun eğen olmak anlamlarına gelmesidir.

 Bu nedenle burada sadece İslam’ı kabul etmek anlamında kullanılır.

 Ancak burada şunu göz önünde bulundurmak gerekir ki, İslam’a davet etmek Hz. Peygamber’in (sav) göreviydi.  Bu onun dini sorumluluğu idi.

 Bunun için o (sav) herkese davet gönderdi.   O’nun arzusu, herkesin İslam’ı kabul ederek dünyevi olarak da tam bir barışa kavuşması ve ahiretleri açısından da güvenli ve emniyetli olmasıydı.   Bu davette O (sav) asla saldırganlık yapmadı, cebir kullanmadı ve kimsenin mecburiyetinden faydalanarak onu İslam’a sokmadı.   Örneğin, hiçbir zaman bir esiri esaret halinde iken zorlayarak İslam’a sokmadı, ne de bir esirin bedeli karşılığında yakınlarını İslam’a soktu.   Dolayısıyla normal durumlarda İslam’a davet etmek tamamen farklı bir konudur.   Ancak birinin çaresizliğinden faydalanarak onu İslam’a sokmak tamamen farklı bir konudur.   Bu zorbalıktır.   Bu nedenle, özellikle savaş durumlarında “اسلم تسلم  ” mesajını vermek, savaştan kaçınma, barış, güvenlik ve uzlaşma mesajıdır; İslam dinine davet değildir.

 Bu tür durumlarda barış anlaşmaları yapılır, dine girme anlaşmaları yapılamaz.

 Hz. Resulüllah’ın (sav) bu mesajında, Yüce Allah’ın şu emrinin sadece açık bir yansıması değil, aynı zamanda tam bir temeli de görülmektedir:

وَاِنۡ جَنَحُوۡا لِلسَّلۡمِ فَاجۡنَحۡ لَہَا وَتَوَکَّلۡ عَلَی اللّٰہِ

“Eğer onlar barışa yönelirlerse, sen de ona yönel ve Allah’a tevekkül et.” (Enfal: 62)

 Gerçekte din, kalbin isteği ve eğilimiyle ilgilidir.   Kalbin tasdikiyledir.   Savaş ve korku durumunda biri din değiştirirse, o zaman büyük olasılıkla bunu kalpten değil, canını kurtarmak için veya başka bir deyişle, öldürülme korkusu nedeniyle, münafıklık yoluyla yapar.

 Müslümanları zorla dinlerinden döndürmeye çalışmak aslında kâfirlerin adetiydi ve Hz. Peygamber (sav) onları bu yoldan men ederdi.   O halde onun kendi yoluna karşı bir eylemde bulunması nasıl mümkün olabilirdi?   Dolayısıyla birini kılıç korkusuyla İslam’a sokmak ne onun mesajıydı, ne arzusuydu, ne eylemiydi, ne de yöntemiydi.

 Savaş durumlarında “اسلم تسلم” (Müslüman ol ki kurtulasın) mesajıyla kastettiği şuydu: Barış ve huzur içinde bize itaat ederek bize katılın ve barış teklifimizi kabul edin ki, barış ve güvenlik içinde yaşayabilesiniz. O zaman barış ve güvenlik içinde kalacaksınız.   Ve eğer savaşmak isterseniz, bu sizin kararınız ve yetkinizdir, bu durumda size barış garantisi veremeyiz.  Evet, eğer himayemize girerseniz, o zaman her durumda ve her şekilde sizin için barış ve güvenliğin garantörü biziz.  Peygamberimizin (sav) bu mesajının anlamı bundan başka bir şey değildi ve bu anlamlar doğrultusunda O’nun bu mesajında din değiştirme tehdidi bulunmamaktadır.

 Bu, İslam’ın dine girişte hiçbir zorlamaya izin vermediği somut ve olgusal bir gerçektir.  Hz. Resulüllah’ın (sav) tüm hayatı boyunca uyguladığı yöntem ve sürekli eylemi de şuydu: Ne zaman bir düşmana yukarıdaki mesajı verse, ondan sonra o düşman ister yenilerek kendisine tabi olsun isterse anlaşma yaparak, hiçbir zaman onu Müslüman olmaya zorlamadı.

Gerçi oryantalistler, hatta bazı sözde “Peygamber’in mizaç uzmanı” türünden âlimler de, insanların İslam’a girmeye zorlandığına dair itirazlar ileri sürmüşlerdir, oysa Bedir Savaşı’ndan son seriyye olan Hz. Usame bin Zeyd seriyyesine kadar, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in veya Müslüman ordularının hiçbir komutanının, bir anlaşma yaptıktan veya bir fetih gerçekleştirdikten sonra birini dinini değiştirmeye ve Müslüman olmaya zorladığına dair tek bir örnek bile yoktur.”

“Aksine, bunun tam tersi bir olay vardır: Eğer bir şüphe varsa, birisi ölüm korkusundan İslam’ı kabul etmeye çalışmışsa, o öldürülmüştür. Elbette bu, yanlış, hatalı ve caiz olmayan bir şeydi ve Resûlullah (s.a.v.) için üzüntü kaynağıydı. Ancak bu tatsız olaydan kesinlikle şu mesaj çıkar ki, sahabeler kimseyi zorla Müslüman yapmazlardı ve bu, onların öğrettikleri bir şey de değildi.”

Dolayısıyla, vaat edilen Mesih’in efendisi, onun halifelerinin efendisi, benim ve hepimizin efendisi, tüm Arap ve Acem’in efendisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), dinler aleminde uyumun tesisinin, kamil, ekmel, ala ve erfa örneğiydi.

” Uyum tesisi  İçin Resûlullah (s.a.v.)’in Bir emri”

“Resûlullah (s.a.v.)’in güzel örneği şuydu ki, yönetimi altındaki bölgelerde Yahudiler ve Hristiyanlar da olsa, oraya gönderdiği temsilcilerine her zaman şu tavsiyede bulunurdu:

“يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا، وَبَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا”

(بخاري كتاب العلم ما كان رسول الله صلى الله عليه وسلم…)

‘Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.’ (Buhari)” Din ve millet ayrımı gözetmeyin, her zaman kolaylık ve rahatlık sağlayan bir mizaç sergileyin.”

Dini, Mezhebi ve İtikadi Açıdan Barışın Tesisinin Bir Yönü”

“Dinler veya İslam âlemi içinde farklı mezhepler veya ekoller olsun, Allah Teâlâ, onların mukaddes mekânlarının korunmasıyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de şu öğretiyi indirmiştir ki, her durumda onların korunması gerekir. Dolayısıyla (şöyle buyurdu):

وَلَوۡلَا دَفۡعُ اللّٰہِ النَّاسَ بَعۡضَہُمۡ بِبَعۡضٍ لَّہُدِّمَتۡ صَوَامِعُ وَبِیَعٌ وَّصَلَوٰتٌ وَّمَسٰجِدُ یُذۡکَرُ فِیۡہَا اسۡمُ اللّٰہِ کَثِیۡرًا ؕ وَلَیَنۡصُرَنَّ اللّٰہُ مَنۡ یَّنۡصُرُہٗ ؕ اِنَّ اللّٰہَ لَقَوِیٌّ عَزِیۡزٌ

(Hac suresi, 41) Tercümesi: “Eğer Allah, o (kafir)lerden bazısını bazısı aracılığıyla (şerlerinden) engellemeseydi, manastırlar, sinagoglar ve içinde Allah’ın çokça anıldığı camiler mutlaka yerle bir edilirdi. Ve Allah, kesinlikle kendi (dini)ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir (ve) galiptir.”

“Bu ayette, Yüce Allah tarafından dinlerin ibadethanelerinin korunmasına ilişkin bir bildiri yapılmıştır.

Bu öğreti altında, Resûlullah (s.a.v.) her din ve milletin sembollerini korumak ve onların kutsallığına zarar gelmesini önlemek için anlaşmalar yapmış ve onların kesinlikle korunacağını açıkça belirtmiştir. Örneğin, Habeşistan Kralı’nın saltanatından 10 yıl sonra, Habeşli Hristiyan liderlerden oluşan bir heyet Medine’de Resûlullah (s.a.v.)’in huzuruna gelmiştir. Bu heyetle detaylı bir tartışma yapılmış ve sonunda Resûlullah (s.a.v.) onlara mübahale davetinde bulunmuş, ardından da onları İslam’a davet etmiştir.

Onlar Resûlullah (s.a.v.)’in bu davetini inanç ve dini açıdan kabul etmemişler, ancak İslam’ın barışçıl sistemini takdir ederek Resûlullah (s.a.v.)’den barış anlaşması talep etmişler ve ne hüküm verirse kabul edeceklerini beyan etmişlerdir. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) onlarla aşağıdaki hususlar üzerinde barış anlaşması yapmış ve bu anlaşma temelinde onlara şunları yazılı olarak vermiştir:”

“Peygamber Muhammed (s.a.v.) tarafından Ebu Harise ve Necran’ın diğer piskoposları, papazları, onların din adamları ve rahipleri ile onların tüm takipçileri, kiliseleri, ibadethaneleri vb. için bir güvence verilmiştir.

Onların piskoposlarından hiç kimse makamından ve papazlarından hiç kimse rahipliğinden uzaklaştırılmayacaktır ve onların kahinlerinden hiç kimse kendi kahinliğinden kesinlikle uzaklaştırılmayacaktır. Oonlar barışı seven, barışçı ve zalimlerle birlik olup zulmetmedikleri sürece hakları ve yetkileri korunacaktır. Onlar, her zaman Allah Teâlâ’nın ve Resulünün himayesinde olacaklardır.”

(Tabakat İbn Sa’d’dan rivayet edilmiştir: Hz. Resûlullah’ın Mülûke Mektupları bölümü, ve İbn Kesir, Kitabü’l-Bidaye ve’n-Nihaye, Necran heyeti.)

“Değerli dinleyiciler! Lütfen düşünün, Habeşistan’ın Hristiyan hükümdarı Ebrehe’nin bir dini zulüm ve saldırganlık alameti olup Ka’be’yi yıkmaya gelmesi nerede, bir de alemlere rahmet olan, efendimiz, velimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)’nın aynı ülkeden gelen her türlü Hristiyan’ın dini makamlarını, yerlerini ve statülerini koruması ve onlara saygı göstermesi nerede!”

Bu belge, bir yandan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in dini özgürlük konusundaki mücadelesinin ve diğer yandan dini hoşgörüsünün en yüce örneklerinden biridir. Bu anlaşma sadece yazılı bir örnek değil, aksine Resûlullah (s.a.v.) bunu uygulamaya da koydurmuştur. Bununla sadece İslam devletinin sınırları içinde vicdan ve din özgürlüğünü tesis etmekle kalmamış, aynı zamanda bu hükümler aracılığıyla devletin tebaası olan her dinden insana dini özgürlüğün açıkça belirlenmiş haklarını ve görevlerini de güvence altına alarak barış içinde yaşamaları için onlara onur ve güven vermiştir. Resûlullah (s.a.v.) düzinelerce kabile ve kavimle bu türden anlaşmalar yaptı.

“Kabileler ve dinler Arasında Barış ve Selamet Tesis Edilmesi – Medine Sözleşmesi”

“Kabileler ve dinler arasında uyumun tesisine dair en güzel örneklerden biri şudur ki, Resûlullah (s.a.v.) hicret ederek Medine’ye gelir gelmez, Ensar ve Mekke’den gelen Muhacirler arasında kardeşlik ve dostluk anlaşması tesis etti. Bundan sonra Medine’de yaşayan Yahudi kabileleri olan Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Hayber Yahudi kabileleri ile onların müttefikleri olan Evs ve Hazrec’i de içeren bir barış ve güven anlaşması kaleme aldı. Bu anlaşma, dünya tarihinde Medine Sözleşmesi adıyla her zaman adalet, barış, ihtişam ve kutsallık makamında kalacaktır. Bu önemli anlaşma yaklaşık 47 maddeden oluşuyordu. Ve her şıkkı refah ve barışın kökleştirilmesinde rehber idi. Bunlardan sadece iki maddesini, inceleyelim. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu maddelerde şöyle yazdırdı:

“إِنَّهُمْ أُمَّةٌ وَاحِدَةٌ مِنْ دُونِ النَّاسِ”

Bu anlaşmadaki her tabaka bir tek topluluk ve bir tek millet sayılacaktır.

Ve

إِنَّ يَهُودَ بَنِي عَوْفٍ أُمَّةٌ مَعَ الْمُؤْمِنِينَ – لِلْيَهُودِ دِينُهُمْ وَلِلْمُسْلِمِينَ دِينُهُمْ

“Beni Avf Yahudileri, müminlerle birlikte şüphesiz tek bir ümmettir. Dinlerinde herkes özgür olacaktır. Bu durumda Yahudilerin ve Müslümanların kendi dinlerini yaşamaları için birbirlerine müdahale etmelerine izin verilmeyecektir. Her dine dini özgürlük verilmiştir. (Dini açıdan her ikisi de özgürdür, ancak toplumsal ve kabilevi açıdan tek bir ümmettirler.)”

“———- Milletler arasında uyumun ne kadar muazzam bir mesajı ve dini hoşgörünün ne kadar güzel bir yasasıdır bu! Bu, Resûlullah (s.a.v.)’in pak örneğinin bir yansımadır.”

“Değerli dinleyiciler! Bu, eşi benzeri dünyada daha önce hiç görülmemiş, kendine özgü, temel ve mucizevi bir barış ve uyum anlaşmasıdır ve bundan daha iyisi de gelemez. Medine Anlaşması kıyamete kadar dünyaya şahitlik edecektir ki, Medine Yahudileri ve münafıkları Resûlullah (s.a.v.)’e yapmadıkları eziyet kalmadığı  halde, o onları bu özel durumlarda ‘tek bir ümmet’ olarak saydı. Peygamber Efendimiz (sav) İslam’ı öyle geniş görüşlü ve geniş yürekli bir mezhep olarak tesis etti ki, her kavim ve mezhep kendi içine kabul ederek ‘tek ümmet’ davetiyle birlikte bunun devamı için pratik bir örnek de sundu.”

“Resûlullah (s.a.v.), Medine ve çevresindeki kabilelerle de benzer barış anlaşmaları yaptı. Bunun için, gerekli gördüğü yerlere bizzat kendisi gitti. Amaç, her yerde barışçıl bir ortamın korunmasıydı. Orada, Allah’ın dininin asıl amacı ve gayesi olan, istikrarlı ve kalıcı bir barış sistemi tesis edilsin. Bu, “eşlim, tüslem”in fiili bir örneği idi. (Yani bizimle barış anlaşmasına dahil olmanız halinde size daimi olarak barış garantisi verilecektir.) Bunun sonucunda  tüm kavimler, emniyet dolu bir atmosfere girip herkese barış ve korunma garantisi veren bir nizama itaat etsinler.

Resûlullah (s.a.v.), Arap bölgesinde ve tüm dünyada kalıcı barış ve güvenliği müjdeleyen öyle anlaşmalar yapmıştı ki, bu anlaşmalarla her kavim ve kabilenin bireylerinin can ve insan hakları güvence altına alınmıştı.

Barış ve Uyumun Tesis Edilmesi İçin Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Özel ve Eşsiz numunesi: Peygamber Efendimizin Evlilikleri”

“Allah-u Teâlâ, o dönemin adeti ve tarzı gereği Hz. Peygamber (s.a.v.)’e özellikle çok evliliklerin yükünü yüklemişti ve bu konuda içi pislik dolu düşmanlar itiraz ederler. Ancak Allah Teâlâ tarafından bu evliliklerde sadece Resûlullah (s.a.v.)’in şahsına bağlı olani birçok olağanüstü hikmet ve zaruretler vardı. Tüm bu olağanüstü hikmet ve zaruretlerden biri de şuydu ki, onun bu evlilikleri sadece kabileler, kavimler ve dinler arasındaki düşmanlıkları anında sona erdirmekle kalmadı, aynı zamanda barış ve uyumun yayılmasına ve dini uyumun tesis edilmesine de vesile oldu.

Bunun detay şudur ki, tüm dünyada, özellikle de Arabistan’da, evlilik bağları ilişkileri güçlendirmenin en sağlam aracı olarak kabul edilir ve onlar eşsiz bir değer ve önem taşırdı.

Örneğin, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiğinde ve orada ikamet konusu gündeme geldiğinde, kendisinin büyük dedesi Haşim’in Beni Hazrec kabilesinin Beni Neccar ile olan akrabalık bağını göz önünde tuttu. Haşim, Beni Neccar’dan Selma adlı bir kadınla evlenmişti ki bu kadın Peygamber Efendimizin dedesi Abdulmuttalib’in annesi idi. (İbni Hişam, Evlad Haşim ve ümmehatühüm) Mekke’nin fethinden önce Beni Bekir Hudeybiye anlaşmasını bozarak Beni Huzaa kabilesine saldırdığında Beni Huzaa’nın reisi Amr Bin Sâlim el-Huzâi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den yardım istedi.  O zaman o, Peygamber Efendimizin atalarından Kusay’ın annesinin Benü Huzaa kabilesi ile olan bağını ileri sürmüştü. (El-Mevahibü’l-Ledünniyye; Zürkani Gazvetül Fethül Ağzam) Aynı şekilde Resûlullah (s.a.v.) Hz. Amr Bin el-As, Müslüman olduktan dört ay sonra Zatu’l-Selasil seriyyesine komutan olarak atanmıştı. Halbuki bu orduda Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi önemli sahabeler de vardı. Bunun nedeni, bu sefer, Benü Kuzaa’ya doğru yapılıyordu ve Peygamberimizin ninesi, Benü Kuzaa’ya bağlı  bir kabile olan Benü Belli kabilesinden idi. Bu nedenle yolda Amr bin El-As için de güvence ve kolaylıklar sağlanmıştı. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.), bundan daha uzak bir akrabalık bağını ortaya koyarak sahabelerine şöyle buyurdu:  ‘Allah Teâlâ size Mısır ülkesinin fethini nasip ettiğinde, Mısır halkına iyilik, rahmet ve ihsanla muamele edin. Çünkü Hacire ve İsmail’in hicreti ve İbrahim’in annesi Mariye (radıyallahu anha) ile akrabalık bağı sebebiyle Mısırlıların özel bir hakkı vardır.  (Müslim, Kitabu’l-Fezailu’s-Sahabe, Vasaye ehli Mısır) Bu, ruhu ve fıtri duyguları göz önünde bulundurarak Hz. Peygamber (s.a.v.), Allah Teâlâ’nın özel isteği üzerine farklı kabileler ve mezheplerle evlilik bağları kurdu ki, bu sayede kabileler ve mezhepler arasında sevgi ve muhabbet ilişkileri genişlesin. Bunun bir yönü de şuydu ki, o aileler ve kabileler birbirleriyle akrabalık kurdular ve evlilikler aracılığıyla ilişkileri daha da sağlamlaştı. Butün bu bağların merkezi nokta Hz. Resulüllah’ın zatı idi. Yanı onun zatı bir pınardı ki birlik ve sevgi kendisinden fışkırıp her dört yana yayılıyordu. Nitekim, Efendimizin iki evliliği dışında kaç evliliği olduysa, hepsi farklı kabilelerden idi. O iki evlilik, hz. Zeynep binti Huzeyme (ra) ve hz. Meymune ile olan evlilik idi. Hz. Zeynep’in vefatından yaklaşık dört yıl sonra Hz. Resulüllah  (s.a.v.), aynı kabile Benü Hilal’den  Hz. Meymune ile nikah kıydı. Aynı şekilde, Peygamber Efendimizin eşlerinden bazıları, Arabistan’da bulunan diğer dinlere mensup olup, Peygamber Efendimizin  nikahına girmeden önce Müslüman olmuşlardı.”

Dolayısıyla, Efendimizin  mübarek eşlerinden birkaçı Kureyş kabilesindendi ve dört evlilik Kureyş’ten değildi, ancak diğer Arap kabilelerindendi. Bu on mübarek eşten sadece Hz. Ayşe, Müslüman olarak doğmuştu. Diğerlerinin hepsi kendileri Müslüman olmuş ya da ebeveynleriyle birlikte İslam’a girmişti. O dönemde Arabistan’da putperestlik çok yaygındı ve Kureyş ile diğer Arap kabileleri genellikle putperestliğe müptela idi ve bu mübarek eşler  İslam’dan önce böyle dinlere mensuptu.

Bunların dışında, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Yahudilerin Benî Harun kabilesinden olan Hz. Safiye ile evlendi. O, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile evlenmeden önce İslam’ı kabul etmişti.

Aynı şekilde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in eşlerinden biri olan Hz. Mariya Kıbtiyye, Mısır Kıptî kabilesindendi. Mısır, Afrika’nın büyük bir kısmı sayıldığı için, o da Arap olmayanlardandı. O da Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile evlenmeden önce, yani Hz. Hatib bin Ebî Beltea aracılığıyla Mısır’dan Medine’ye geldikten sonra Müslüman olmuştu.”

(İbn Sa’d, Ezvacü Resûlullah (s.a.v.) ve Mariya Kıbtiyye’nin Zikri bölümünden.)

Bu kısa incelemeden anlaşılmaktadır ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in evliliklerindeki ilahi hikmetlerden biri de, onun farklı kabileler, kavimler ve mezheplerle, hatta Arap ve Arap olmayanlarla akrabalık bağları kurarak, Arap ve Acem arasında barış, kardeşlik ve sevgi ilişkilerinin yayılmasına ve yücelmesine vesile olmasıydı.

“Allah’ın Haramlarının Korunması İçin sert Şartları Kabul Ederek Uyumun tesisi”

“Resûlullah (s.a.v.), her zaman barış ve uyumun tesis edilmesi için çaba sarf etmiştir. Nitekim hicri 6. yılda Hudeybiye Antlaşması sırasında şöyle buyurmuştur:

“وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَا يُسَائِلُونِي خُطَّةً يُعَظِّمُونَ فِيهَا حُرُمَاتِ اللَّهِ إِلَّا أَعْطَيْتُهُمْ إِيَّاهَا”

(بخاري كتاب الشروط باب الشروط في الجهاد…)

‘Canım elinde olana yemin ederim ki, onlar (Kureyşliler) Allah’ın haramlarını yüceltmek için benden ne isterseler kabul edeceğim. (Buhari, Kitabu’ş-Şurût, Babü’ş-Şurût fi’l-Cihad…) Yani, çatışmadan kaçınmak için gönüllü olarak hakkından vazgeçmekten bile çekinmemiştir.”

Nitekim Hudeybiye Antlaşması’nı inceleyin. Resûlullah (s.a.v.), Allah’ın kutsalları uğruna Kureyş-i Mekke’nin her türlü ağır şartını kabul etti. Bu şartlar, zahiren İslam’ın faydalarına aykırıydı. Bu yüzden sahabeler arasında büyük bir huzursuzluk ve endişe vardı. Ancak aslında tüm bu şartlar üzerindeki sıkı kontrol, barış aleminin efendisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’nın elindeydi. Bu şartlara aykırı davranacak olanlar Mekkeliler idi. Ve sonunda öyle de oldu ve bu Mekke’nin fethiyle sonuçlandı. Bu apaçık bir fetihti ki, Hz. Resulüllah (sav) şeairullah’ın saygınlığını tesis etmek için zahirde bir fedakarlık yaparak Mekkelilerin ileri sürdüğü şartları kabul etti. Bunun üzerine Allah-u Teala onun neticesinde o şeairullah’ın daimi korunmasının nizamını Efendimizin eline verdi.

“Tüm Dinlerde, Mezheplerde, Kabilelerde ve Kavimlerde Katliamın Kesinlikle Yasaklanması”

“Mekkenin fethinin ikinci günü  Beni Huzaa’dan bir kişi,  Beni Hüzeyl kabilesinden bir kişiyi, öldürdü. Resûlullah (s.a.v.) bizzat maktulün diyetini ödedi ve büyük ders verici ve görkemli bir şekilde katliam ve yağmanın kötü sonuçlarını açıklayarak bundan tamamen el çekilmesini emrederek şöyle buyurdu:

“ارْفَعُوا أَيْدِيَكُمْ عَنِ الْقَتْلِ، فَقَدْ كَثُرَ الْقَتْلُ إِنْ نَفَعَ.”

(ابن هشام والسيرة الحلبية غزوة فتح مكة)

‘Ellerinizi kan dökmekten çekin! Çünkü öldürme (katliam) çok oldu ve öldürme  dünyaya asla fayda sağlamadı.'” (İbn Hişam ve Siretü’l Halebiye, Gazve-yi Feth-i Mekke)

“İki yıl sonra Veda Hutbesi’nde Peygamber Efendimiz bir kez daha vurguladı ve şöyle buyurdu:

“لَا تَرْجِعُوا بَعْدِي كُفَّارًا يَضْرِبُ بَعْضُكُمْ رِقَابَ بَعْضٍ”

(بخاري كتاب المغازي باب حجة الوداع)

yani benden sonra birbirinizi öldürmeye başlayarak  bir sapıklığa düşmeyin.

Efendimizin bu hükmü kıyamete kadar sürecek bir gerçeği ortaya koymuştur ki, kan dökme ve cinayet asla fayda sağlamaz. Aksine, dünyada insana ve insanlığa en çok zararı karşılıklı cinayet ve yağma vermiştir.”

Barışın Tesis Edilmesi İçin Resûlullah (s.a.v.)’in başka  Bir Yönü: Adalet ve Hakkaniyetin Tesis Edilmesi”

“Allah Teâlâ, kabileler ve kavimler arasında barışın tesis edilmesi konusunda Resûlullah (s.a.v.)’e şu öğretiyi vermiştir.

یٰۤاَیُّہَا الَّذِیۡنَ اٰمَنُوۡا کُوۡنُوۡا قَوّٰمِیۡنَ لِلّٰہِ شُہَدَآءَ بِالۡقِسۡطِ ۫ وَلَا یَجۡرِمَنَّکُمۡ شَنَاٰنُ قَوۡمٍ عَلٰۤی اَلَّا تَعۡدِلُوۡا ؕ اِعۡدِلُوۡا ۟ ہُوَ اَقۡرَبُ لِلتَّقۡوٰی ۫ وَاتَّقُوا اللّٰہَ ؕ اِنَّ اللّٰہَ خَبِیۡرٌۢ بِمَا تَعۡمَلُوۡنَ ﴿۹

(Maide, 9)

Bu ayette şu evrensel ilan yapılmıştır ki, İslam tüm dinlerin, kavimlerin ve bölgelerin dinidir. Bu yüzden ey iman edenler, siz de Allah rızası için adaleti sağlamak üzere şahitlik edin, sağlam durun! Ve hiçbir kavmin düşmanlığı sizi asla adaletsizlik yapmaya sevk etmesin. İnsaf edin ki, o takvaya en yakın olandır. Ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan her zaman haberdardır.

Bu hükümler altında hiçbir gerçek Müslüman hükümet,  dinlerarası, mezheplerarası ve uluslararası ilişkileri bozmaya sebep olamaz. Çünkü Müslümanlara emredilmiştir ki, onlar diğer dinlere, diğer mezheplere ve diğer milletlerin mallarına ve haklarına karşı asla hırs ve tamah göstermesinler. Sadece bireysel olarak ahlaklı ve adil olmakla kalmasınlar, aynı zamanda ulusal ve uluslararası düzeyde de ahlaklı ve adil olmaları gerekir. Bu, bireysel, ulusal ve uluslararası anlaşmalarda, çekişmelerde, çatışmalarda ve savaşlarda eşit derecede geçerli olan temel bir prensiptir.

“Savaşları ve Çatışmaları Bitirme İlkeleri”

“Savaşlar hakkında Resûlullah (s.a.v.)’e Allah Teâlâ tarafından gelen kapsamlı hükümlerden biri de şudur: Savaş halinde bile olsa, dini liderleri öldürmeyi şu sözlerle yasaklamıştır:

“لَا تَقْتُلُوا أَصْحَابَ الصَّوَامِعِ”

(بخاري بحوالة من سيرت خاتم النبیین صلى الله عليه وسلم از صاحبزادہ مرزا بشیر احمد)

Mabetlerde veya dini ibadet yerlerinde oturanları öldürmeyin.

“Allah Teâlâ, Resûlullah (s.a.v.) aracılığıyla çatışmaları sona erdirmek için başka bir eşsiz ve şaşırtıcı hüküm vermiştir ki, bunu bir şekilde dünyada revaçta olan Birleşmiş milletler topluluğu şeklinde görürüz. Ancak bu Birleşmiş milletler asla mükemmel olamayacak. Çünkü bunda temel olarak bencillikler ve çıkarcılıklar baskındır ve bunda her zaman birçok çekince bulunur. Ancak İslam, bunu daha ileri götürerek şöyle buyurur:

وَإِنْ طَائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اقْتَتَلُوا فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا”

Ve eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa, hemen aralarını düzeltin.

.فَإِنْ بَغَتْ إِحْدَاهُمَا عَلَى الْأُخْرَى   Eğer onlardan biri diğerine karşı aşırı giderse,

فَقَاتِلُوا الَّتِي تَبْغِي حَتَّى تَفِيءَ إِلَى أَمْرِ اللَّهِ” o zaman Allah’ın emrine dönene kadar o aşırı giden tarafla savaşın.

“فَإِنْ فَاءَتْ فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَأَقْسِطُوا إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ”

“فَإِنْ فَاءَتْ فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَأَقْسِطُوا إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ”

فَإِنْ فَاءَتْ فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَأَقْسِطُوا إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ

 Eğer dönerse, artık adaletle aralarını düzeltin ve adil davranın. Şüphesiz Allah, adil davrananları sever. (Hucurat: 10-11)

“إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ”

Şüphesiz müminler ancak kardeştirler. Öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin

وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ  ve Allah’tan sakının ki size merhamet edilsin. (Hucurat: 10-11)”

Bu temel ilkenin açıklamasıyla ilgili olarak, Hz. Muslih Mev’ud (ra) şöyle buyurmuştur:

“Bu ayette, uluslararası barışın tesisi için aşağıdaki latif ilkeler belirtilmiştir: Öncelikle, iki kavim arasında bir anlaşmazlık veya bozgunculuk belirtileri ortaya çıktığında, hemen diğer kavimler  taraf tutmak yerine, her iki kavmin de kendi anlaşmazlıklarını çözmek için kendi hakemlerini tayin etmelerini ihtar etsin. Eğer bunu kabul ederlerse kavga bitecektir. Ama  onlardan biri kabul etmez  ve savaşa amade olursa, o zaman ikinci adım olarak diğer tüm kavimler ona karşı birlik olmalıdır. Ve açıktır ki, bir kavim tüm kavimlere  tek başına karşı koyamaz. Dolayısıyla, o kavim mutlaka akıllanacak ve barışmaya razı olacaktır. Nitekim barışa razı olunca üçüncü adımda, anlaşmazlık nedeniyle aralarında savaş olan o iki kavmi barıştırın. Yani o zaman kendi kendinizi muhalif taraf yapıp ondan yeni taleplerde bulunmaya çalışmayın, aksine önceki anlaşmaların devam etmesini sağlayın. Sadece savaşa sebep olan anlaşmazlık hakkında karar verin. Bu savaş sebebiyle yeni talepler belirlemek daima fitne fesadın temelini atar.

Dördüncüsü şudur ki, anlaşma insafa  dayalı olsun, bir taraf zaten karşı muhalefet etti diye, onun aleyhinde karar vermeyin. Aksine savaş bile olsa kendinizi hakem safında tutun, muhalif taraf olmayın. Bu hususlar göz önünde bulundurularak herhangi bir uluslararası örgüt oluşturulursa, o zaman dünyada uluslararası barış nasıl tesis olur, görürsünüz.”

(Ahmediyet yani Hakiki İslam, Envar-ul Ulum Cild 8, sayfa 313-314)

Dinlerarası Uyum için bir  İlahi Takdir

Allah Teâlâ, Resûlullah (s.a.v.)’e Kur’an-ı Kerim’de şu mesajı da vermiştir:”

ہُوَ الَّذِیۡۤ اَرۡسَلَ رَسُوۡلَہٗ بِالۡہُدٰی وَدِیۡنِ الۡحَقِّ لِیُظۡہِرَہٗ عَلَی الدِّیۡنِ کُلِّہٖ ۙ وَلَوۡ کَرِہَ الۡمُشۡرِکُوۡنَ 

Müşrikler ne kadar hoşlanmasalar da Resulünü tüm dinlere galip kılmak için gönderen ancak O’dur.

Allah Teâlâ, bu ayeti Hz. Muhammed (s.a.v.)’e üç kez indirmiştir. Yani Allah Teâlâ, Efendimize İslam’ın diğer dinlere ve fırkalara galip gelebilecek bir güce ve kapasiteye sahip olduğunu bildirmiştir. Allah Teâlâ bu dinin içinde geçmiş peygamberlerin hidayetlerini ve öğretilerini de toplamış ve Resûlullah (s.a.v.)’e kendi gücü, yeteneği ve sağlamlığıyla diğer dinlere üstün gelen akli ve mantıki deliller bahşetmiştir. Hz. Mesih Mev’ud (a.s.) şöyle buyuruyor:”

(هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ (الفتح: 10)

Düşüne düşüne anladım ki, Allah Teâlâ bu ayette hidayet ve hak kelimelerini bulundurmuştur. Hidayet, Mehdinin görevi olan içsel ıslahata işaret eden bir manadır ve hak kelimesi de harici olarak batılı tamamen mağlup etmeye işaret eder. Nitekim başka bir yerde جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ- ‘Hak geldi, batıl yok oldu.’ buyurmuştur. Ve yine bu ayette buyurmuştur: “وَلِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ”‘Onu tüm dinlere üstün kılsın.’ Bu, Resul’ün gelişinin sonucu şu olacaktır:, hakk kılıç ve tüfekle değil, akıl ve mantıkla galip gelecektir.

(El-Hakem 10 Nisan 1903, Anvarü’l-Ulum, Cilt 7, sayfa 411, Tefsir Suretu’s-Saf)

“Dolayısıyla bu şekilde, Allah Teâla tarafından Resûlullah (s.a.v.)’in diliyle dinler alemine, herkesin müttefik olduğu usuller üzerinde birlik olma daveti verilmiştir.

Yani Peygamber Efendimizin  gönderilmesiyle,  diğer dinler kendi temel öğretilerine dayanarak İslam’a çağrılacaktır.  Nitekim Resûlullah (s.a.v.)’in vaat edilen Mesih’i ve Mehdi aleyhisselam’ı aracılığıyla hidayetin tamamlanması, özellikle barış, hoşgörü ve uzlaşının akli ve mantıki ilkeleri üzerine inşa edilmiştir.”

Kıyamete Kadar Barış, Esenlik ve Uzlaşının Kalıcı Kılınması İçin Adımlar

Resûlullah (sav) gelecekte dinler arasında barış ve esenliğin daimi kılınması için vaat edilen Mesih ve Mehdî hakkında müjde vermiş ve buyurmuştur ki:  يَضَعُ الْحَرْبَ”

“O, dini ve mezhebi savaşları durduracak.” Barış ve esenliğin bu küresel lideri, Mesih ve Mehdî (as) buyurmuştur ki:

Ben bu dünyaya Meryem oğlu gibi geldim

Ben cihat ve savaş için gönderilmedim

Meryem oğluyum ama gökten inmedim

Ayrıca mehdiyim ancak kılıçsızım

Ülkeler ve savaşlarla hiç alakam yok

İşim gönüller fethetmektir ülkeler değil

Hz. Mesih-i Mev’ud (as)  son dönemlerde, dinler aleminde uyumu ve hoşgörüyü ve dünyada barış ve sevgi içinde yaşama konusunda dünyaya ve özellikle de Müslümanlara Hz. Resulüllah’ın (sav) son derece önemli öğretilerini hatırlattı ve bu konuda onlara önemini ve gerekliliğini güçlü bir şekilde bildirdi:

Ey arkadaşlar şimdi din adına savaş düşüncesini terk edin;

Din için savaşmak ve öldürmek şimdi haramdır.

Neden “Yedeu’l harp” haberini unutuyorsunuz?

Bu haber Buhari’de yok mu? Açıp ta bir baksanıza

Kâinatın Efendisi Muhammed Mustafa buyurmuştur ki,

İsa Mesih savaşları erteleyecektir.

O gelince yanında barışı getirecektir

O, Savaşları tamamıyla yok edecektir

Yani o barış zamanı olacaktır, savaş zamanı değil

İnsanlar ok ve mızrakla meşgul olmayı bırakacaklar

Bu mucizevî bir gaybî haberdir

Ehli olan varsa düşünmesi için yeterlidir.

Bu, ebedi bir hakikattir ki dünyada barış ancak alemlere rahmet olan Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) indirilen Kur’an-ı Kerim’e, onun örnek hayatına ve öğretilerine, ayrıca bu zamanda gelen vaat edilen Mesih ve Mehdi’ye ve mübarek halifelerinin talimatlarına ve rehberliğine uyarak sağlanabilir. Dünya, sadece bu yolla barış ve sevgiye kavuşabilir.

Şimdi bu, yüce Allah’ın dünya için belirlediği asıl ve temel din olan İslam ile uyum içinde yaşamanın tek yoludur. Bütün bunlar, son Peygamber ve alemlere rahmet olan Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) örnek hayatına tam olarak uymanın bereketidir. Bu olmadan bu mümkün değildir, mümkün değildir.

Nitekim bugün Hakiki İslam Ahmediyetin hilafetidir ki “sevgi herkes, nefret hiç kimseye” motosunu getirmiştir.  Nitekim bugün

Şimdi halifelik, dünya barışının garantörüdür,

bu hilafet sarayı her zaman barışa çağırır.

Dürüstlükle benim tarafıma gelin, bu çağrıda hayır vardır,

Her yerde yırtıcılar var afiyet kalesi ise benim

Artık bu bahçede insanlar için rahatlık ve huzur var.

Zamanıdır, gelin çabucak, vahşi hayvanlar sürülmüştür.

كُلُّ بَرَكَةٍ مِنْ مُحَمَّدٍ ﷺ فَتَبَارَكَ مَنْ عَلَّمَ وَتَعَلَّمَ

اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

Bütün bereketler Muhammed (sav)’dendir. Öğreten ve öğrenen mübarektir.

Start typing and press Enter to search