Hayatımıza karışmayan bir yaratan fikri ve sebepleri

Syed Atik Ahmed

Bugün ele aldığım konu, bir yönüyle ilmî ve felsefî bir derinliğe sahip olsa da, diğer yönüyle sevgi ve aşkla yakından ilişkilidir. Yazımda her iki yönü de ele almaya çalıştım; ancak, sevgi ve aşkla olan bağının biraz daha baskın geldiğini söyleyebilirim.

Önce ilmi ve felsefi taraftan başlayalım. Hayatımıza karışmayan bir yaratan fikrinin teknik ismi “Deizm”dir. Bu inanca göre kâinatın bir yaratıcısı vardır ama bu yaratıcı yaratma faaliyetini yerine getirdikten sonra tamamen geri çekilmiştir. Kendi yarattığı insanların hayatına hiç karışmıyor- karışmak da istemiyor. Kâinatın ilk harekete geçmesi için hızlıca bir döndürmüştür fakat ondan sonra onu doğanın kanunlarına tabi tutarak, kendi haline bırakmıştır. Bu fikir her ne kadar çok eski olsa da son 300-400 senede daha formal bir şekil almıştır. Konuyu ciddi bir görüş olarak sunan ve deizmin babası olarak da bilinen İngiliz filozof Lord Herbert 1624 senesinde yayınlanan “De Veritate” isimli eseriyle bu fikrin temellerini atmıştır. Bu görüşe göre din aslında vahiye muhtaç değildir ve insan aklını kullanarak ve kâinatı inceleyerek tüm derin hakikatlere ulaşabilir.

Bu fikir aslında tamamen yanlış da değildir ve yüzeysel olarak bakınca insan gerçekten de kâinatı inceleyerek bazen bir yaratanın muhtemelen var olduğu fikrine yaklaşabiliyor. Bu sebeple “deizm” fikri birçok kişi için çekici hale gelmiştir. Hakikate varmak insanın elindeyse görünmeyen bir tanrıya neden ihtiyaç duyalım. Ayrıca da hiçbir ihtiyaç olmayan mükemmel bir tanrı varsa neden zavallı insanların hayatına karışmak istesin?

Bu felsefi yaklaşıma karşı olanlar ise bazı itirazlarda bulunuyorlar. Bu itirazlar arasında önemli bir itiraz ise “amaçsızlık” itirazıdır. Bu kadar muhteşem bir kâinatı sadece terk etmek için yaratan bir tanrı olabilir mi hiç! Biraz bile düşünebilen bir insan hiçbir şeyi tamamen terk etmek için yapmıyor. O halde her şeyi bilen ve sonsuz hikmet sahibi bir yaratan böyle bir şey neden yapsın!

İkinci ilmi itiraz ise dünyada gördüğümüz sıkıntılar ve musibetlerin açıklanamaz hale gelmesiyle ilgilidir. Musibet ve sıkıntılarla dolu bir kâinatı yarattıktan sonra, yüzünü çevirip giden ve bir daha dönüp bakmayan bir tanrı nasıl bir tanrıdır? Musibetlerin kaçınılmaz olduğu bir sistemi, iznimiz dahi olmadan yaratıp yok olan bir tanrıya tanrı demek mümkün mü? Hiçbir konuda hidayet vermeyen – yol göstermeyen, ciddi sıkıntıda olan kulun dualarını dahi dinlemeyen ve müdahale etmeyen soğuk ve mesafeli bir tanrı aklımıza sığabilir mi? Kalbimiz tarafından kabul görebilir mi?

Deizm’e karşı ilmi itirazlardan birisiyse saat gibi çalışan ve tahmin edilebilir olan fiziki kanunların varlığını sorgulayan itirazdır. Bilim ilerledikçe kainatımızın aslında deterministik yani önceden tahmin edilebilen bir kâinat olmadığını göstermektedir. Quantum mekaniği kâinatın hamurunun aslında olasılıksal bir hamur olduğunu son yüz sene içinde fazlasıyla göstermiştir. Yani bilim ilerleyince bir gün bu kâinatın tüm sırlarını çözeceğiz arzusu aslında hep bir arzu olarak kalacak fikri git gide bilim adamları tarafından daha çok kabul görüyor. Bu durumda derin hakikatlere salt aklımızla ulaşmak bir hayal olarak kalacak gibi duruyor.

Bir ilmi itiraz ise ahlaklarla ilgilidir. Eğer bu kâinatın yaratıcısı yarattıktan sonra bize hiçbir bilgi vermeden geri çekilmişse ahlakların dayanağı nedir. Neyin doğru olduğunu kim söyleyecek? Bencil bir dünyada herkes işine gelen şeylerin doğru olduğunu iddia etmez mi? İyi niyetli dahi olsa insan amelinin mükemmel olduğu konusunda nasıl emin olacak. Deizm bu konuda tamamen suskun bir şekilde bize bakıyor. Herhangi bir yol göstermiyor. Gösterse de kişiden kişiye değişen bir yol gösteriyor ki böyle bir şey aslında bir yolun olmadığı anlamına geliyor.

Dediğim gibi ilmi olarak Deizm birçok açıdan reddedilebilir. Bahsettiğim itirazlar basit itirazlar değiller ve her biri için onlarca kitap yazılabilir. Ama ben bugün ilginizi biraz başka bir tarafa çekmek istiyorum.

Size çok ilginç bir şey şöyleyim mi? Deizm fikrine destek veren sadece semavi dinlerden uzak olan filozoflar değildir. Bu fikre aslında en çok semavi dinlere bağlı olan insanlar destek veriyor. Ve Ahmedi Müslümanlar olarak en çok dikkat etmemiz gereken ve tetikte olmamız gereken nokta budur.

Semavi dinlere inananlar dahi hayatlarını aynen Deizm’e inananlar gibi yaşıyor desem şaşırır mısınız? Tekrar ediyorum. Semavi dinlere inananlar dahi hayatlarını aynen Deizm’e inanlar gibi yaşıyor desem şaşırır mısınız? Yukarıda bahsettiğim Deizm’e karşı sunulan itirazlara inanan ve bunları tartışmalarda hararetli bir şekilde savunan insanlar dahi, alıcı gözüyle bakınca Deizm’e inanlardan çok farklı bir hayat yaşamıyorlar desem inanır mısınız?

Maalesef hakikat budur ve maalesef insan hakikatle göz göze gelmedikçe değişmez; ilerleme kat etmez. Gerçek şudur ki hiçbir şeye karışmayan bir tanrıya inanmak çok ama çok kolaydır ve bizden tevhid şartlarını yerine getirmemizi isteyen bir Allah’a dürüstlükle inanmak ise dünyanın en zor şeyidir. Ve insan kendi kendini çok kolay kandırabilen bir yaratıktır. Kendi iç dünyasını çok kolay göremez hale gelen bir yaratıktır. Değerli kardeşlerim etrafınıza bir bakın. Bir sürü insan göreceksiniz. Ama onları zahiri olarak görüyorsunuz. En derinlerine inip içlerinde ne manevi kusurlar ve noksanlıklar var, görme şansınız azdır. Ama kendi içinizde ve kendi derinliklerinizde ne var desem görmeniz daha da zor. Neden böyle? Çünkü insan başkasının eksikliklerini daha kolay görüyor. Kendi eksiklerini görmek çok büyük bir dürüstlük ister. Acıtan hatta acıdan ağlatan bir dürüstlük ister. Hiç kapalı kapıların arkasında bunu denediniz mi?

Kuran-ı-Kerim’in çok enteresan bir ayetini paylaşayım sizinle. Haşr suresinin 20. Ayeti der ki

“Allah’ı unutup da Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir” (59:20)

Ne kadar enteresan değil mi? Biz Allah’ı unutunca kendimizi mi unutuyoruz? Nasıl olabilir ki? İnsan kendi kendini unutamaz ki. Ama ayete bakın aynen bunu söylüyor. Peki ben Allah’ı unutsam kendimi nasıl unutacağım? İşte biraz önce anlatmak istediğim şey buydu. Benim bir zahiri hakikatim var ama bir de iç dünyam vardır. İşte gerçek hakikatim odur. Ama o iç dünyayı gözlerimizin önüne getirmek maalesef acı veren bir çaba gerektirir. İnsan içine bakacağına dışarıya ve başkalarına bakmayı bu sebeple tercih eder. İçi acı verecek kadar pis ve çelişkili ve hakiki tehvid’den çok uzak olduğu için hızlıca bir göz atmak dahi dayanamayacağı acılara yol açar. İşte bu sebeple tevhid’e sımsıkı bağlı olmayan kimse yavaş yavaş kendi iç dünyasını da ihmal etmeye başlar ve yavaş yavaş o iç dünya onun önünden yok oluverir. Artık sadece dışarıya bakar ve kendisini unutur. Ayeti tekrar hatırlayalım.

“Allah’ı unutup da Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir” (59:20)

İşte bu şekilde yaşayan kimse aslında bir Deist’ten farklı değildir. Deist’ler hiç değilse iki yüzlü değil. Akideleri yanlış ama amel ve akide arasında çelişki yoktur. Tevhid’e inanıp da deist gibi yaşayan kimse ise çok daha kötü durumdadır. Ruhumuzu kirleten ve saflığımızı bozan şeyler çok sinsidir. Zannetmeyin ki bir bakışta bunları yakalarız. Bu iç muhasebesi sıradan bir muhasebe değildir. Bakınız Vadedilen Mesih (as) bu konuda bizi ne kadar sert sözlerle uyarıyor. Şöyle diyor:

“Yüzde yüz bir eminlik ile şunu söyleyebilirim ki eğer insan “La ilaha illalah Muhammedur Resulüllah”’ı tüm derin inceliklerle anlayıp amel ederse, manevi olarak sonsuz ilerleyebilir ve bizzat kendisi Allah’ın acayip ve muhteşem kudretlerini müşahede edebilir.

Bunu iyice anlayın ki önünüzde sıradan bir vaiz statüsüyle durmuyorum. Size uydurulmuş hikayeler anlatmak için gelmedim. Aksine size bizzat Allah’ı görmüş birisi olarak şehadet vermek için buradayım.

Görevim Allah’ın bana ilettiği mesajı size iletmektir ve dinleyip dinlemediğiniz veya hemfikir olup olmadığınız zerre kadar umurumda değildir. Bu mesajı kucaklamanız veya reddetmeniz tamamen sizin sorumluluğunuzun altındadır. Benim sorumluluğum sadece bana verilen sorumluluğu yerine getirmektir.

Bunu çok iyi biliyorum ki birçok insan benim cemaatime dahildir ve zahirde tevhide inandıklarını da söylerler. Ama üzülerek kabul etmek zorundayım ki derine inince aslında inanmıyorlar.

Kardeşinin hakkını gasp eden, ona ihanet eden, veya binbir kötü alışkanlıktan yüz çevirmeyenin hakiki tevhide inandığını bir an için dahi kabul edemem. Tevhidi inanmak tüm mahluka karşı tam bir dürüstlük ve adalet ister. Dolayısıyla kardeşinin hakkını yiyen ve ihanet eden kimse istediği kadar “La ilahe illAllah” dese de aslında inanmıyor.

“La ilahe illAllah” o kadar mucizevi bir nimettir ki insanın kalbine iner inmez, içi tamamen ve mucizevi bir şekilde değişiverir. Artık bu insanın içinde buğz, kin, kötü niyet, haset veya iki yüzlülük gibi putları bulmak imkansızlaşır.

Aksine öyle birisi Allah’a yaklaşır. Bu değişimin gerçekleşmesi ve insanın gerçek tevhide inanması ancak kibir, kendini beğenmişlik, gösteriş veya riyakarlık, kötü niyet ve buğz, haset, cimrilik, nifak ve ikiyüzlülüğün putların yok olmasıyla mümkündür.

Eğer bu putlar içinizde varsa  boşu boşuna  “La ilaha İllAllah” sesleri çıkartmak sizin hak üzerinde olduğunuz anlamına gelmez.”

İşte bakınız vadedilen Mesih’in (as) mesajı bize ne kadar net ve açık bir şekilde tevhid’in bayrağını tutmamıza rağmen nasıl da bir deist’ten farklı olmadığımızı gösteriyor. Bu yolculuk kolay değildir. Bu yolculuk bir formu doldurmak anlamına gelmiyor. Bu yolculuk “Elhamdülillah Müslümanız” demek anlamına gelmiyor. Bu yolculuk beş vakit namaz kılıp aynı kötü alışkanlıklarla hayata devam etmek anlamına gelmiyor. Bu yolculuk mali fedakârlık yapıp hala gönlümüzün mal sevgisiyle dolu kalması anlamına gelmiyor.

Aksine bu yolculuk acımasızca kendi kendimizi eleştirmek anlamına geliyor. Cimri değilim diye geçmemek gerektiriyor. Hiç kimseden kıskanmıyorum, haset hissetmiyorum diye geçmemek gerektiriyor. Elhamdülillah iki yüzlü değilim diye geçmemek gerektiriyor. Kin beslemiyorum diye geçmemek gerektiriyor. Bu putlar sinsidir ve bunlarla savaşmaya başlayınca göreceksiniz ki ne kadar bunların esiri haline gelmişsiniz. Bir daha yapmayacağım deyip ertesi gün gene aynı tuzağa düştüğünüzde göreceksiniz ki ne kadar bunların kölesi hale gelmişsiniz. Kendi kendinize emretmenin dahi ne kadar imkansız olduğunu göreceksiniz. Nefsinizin nasıl da sizi bir kukla gibi sabahtan akşama kadar oynattığını göreceksiniz.  Eğer niyetiniz saf ise, nefsinizle bir savaş başlayacaktır. Başkalarına bakmak için hiç fırsatınız kalmayacak ve gözünüz ilk defa acımasızca kendi kendinizi görmeye başlayacak.

Ağlaya sızlaya ve Allah’tan sürekli yardım talep ederek bulduğunuz üç veya beş kötü alışkanlığı şayet yenmeyi başarırsanız bir de göreceksiniz ki daha önce fark bile etmediğiniz üç beş tane daha çirkinlik birden bire görünmeye başlayacak. Sonra yeni bir savaş başlayacak ve daha çok iç pislikleri görür hale gelirsiniz. Yine içinizde temiz bir arzu ve hakiki bir istek varsa Allah size o üç beş çirkinliği de temizlemek konusunda yardım edecek ama bu sefer gene yeni çirkinlikler görünmeye başlayacak. Nasıl ki bir soğan bir sürü katmandan oluşuyor, aynı şekilde bizim nefsimiz de katman katman bizi kandırıyor. Her katmanı koparıp attıktan sonra içinden yeni bir katman çıkacaktır. Hiç görmediğimiz çirkinlikler ortaya çıkacaktır. Ve bu katmanlar sonuna kadar devam edecek. Ta ki nefsinizden hiçbir eser kalmayacak ve salt tevhit sizi kucaklayacak. Eğer yolculuğunuz bu şekilde devam etmiyorsa emin olun yerinde sayıyorsunuz. Kendi kendinizi kandırıyorsunuz. Bir Deist’ten farkınız yok. Hakiki tevhid henüz çok uzaktır.

Hakiki tevhid Allah’tan başka kimseden korkmamak, Allah’tan başka kimseye bel bağlamamak anlamına geliyor. Bu bir tek cümle dağlardan da ağır bir cümledir. Hafife almayın. Bütün putlar bu bir cümlenin yüzeysel tefsirinden doğuyor.

İşte bu yüzden konuşmamın başında “size desem ki inananlar dahi hayatlarını deistler gibi sürdürüyor desem şaşırır mısınız?” demiştim. Hakiki düşman içimizdeki Deist’tir. Konuşmamın başlığı “Haytamıza karışmayan bir yaratan fikri ve sebepleri” şeklindeydi. İşte hakiki sebepleri bunlardır. Hayatımıza karışan bir yaratan aslında bu acı verici yolculuğa çağırdığı için kimse onu istemiyor. İnsana alışmamış olduğu her şeyin tadı kötü gelir. Çocuklara zeytin yedirmeye çalışın. Genelde sevmezler. Şekeri severler. Aynı şekilde bizde tevhid zor geldiği için uzak dururuz. Ama uzun süre duramayız da. Gelin biz Ahmediler sonu Allah olan bu yolculuğa ilk adımımızı atalım. Bismillah ir Rahman ir Rahim aslında sürekli dönen bir çarktır. Eğer Rahman olan Allah kalbimizde bir tohum ektiyse bu fırsatı kaçırmayalım ve elimizden ne kadar gelirse dürüstlük ve iyi niyetle o tohumu amele dönüştürelim. Bir de göreceğiz ki Rahman olan Allah hemen kalbimizde yeni tohumlar ekmiştir ve çark başa dönmüştür. Bırakalım başkalarına bakmayı. Bırakalım başkalarını tenkit etmeyi. Bırakalım kendimize acımayı. Bırakalım haset ve kin ateşinde yanmayı. İşimiz sadece Allah’ı sevmek ve Onun kullarına hizmet etmek olsun. Onların dertlerini kalbimizde hissetmek olsun. Eğer niyet dürüst ise bu acı meyve yavaş yavaş dünyanın en tatlı meyvesine dönüşecektir. Bu ağrı bizi rahatlatan merheme dönüşecektir.

Peygamber Efendimiz’in (sav) ahlakı bakınız ne kadar da içtenlikle doludur. Yük taşıyan yaşlı bir bayanı görünce yardım elini uzatıyor. Bayan da onu tanımadığı için “Buralarda Muhammed isimli birisi varmış, beni uyardılar ki ondan uzak durayım..sihir yapıyormuş” demiş. Peygamber efendimiz ise susmuş – kendisinin o Muhammed olduğunu anlatmamış. Bayanı evine kadar bıraktıktan sonra ve belki bayan da tekrar sorunca “O Muhammed benim” demiş. “Peki neden daha önce söylemedin” diye sorunca da bakınız peygamber efendimiz ne diyor. “Sana tebliğ yapmak istiyordum” demiyor. “Sana islamiyetin mükemmel mesajını ulaştırmak istiyordum” demiyor. Dediği şey ne biliyor musunuz? “Senin çektiğin acıya dayanamıyordum” diyor. “Sana kim olduğumu anlatsaydım yükünü paylaşmazdın” diyor. İşte Allah’ın kulları için kalpte hissedilen hakiki dert ortaklığı budur. İşte kalpleri fetheden de budur. Geri kalan her şey ilmi ve felsefi laflardan başka bir şey değildir.

Bugün her Ahmedi, Ahmediyetin dünyada yayılmasını istiyor. Ama size soruyorum. Sayı olarak artarsak bir manası var mı? Çoğalması gereken şey tevhittir, biat formunu doldurmuş insanların sayısı değil. Ve o da her Ahmedi bu zor yolculuğa çıkmadıkça çoğalmaz. Allah “La ilaha illaAllah” deyip içinden deist olanları dünyada hakim kılmak ister mi hiç. Cevabımız hayır ise gelin kalbimizde hakiki tevhid tohumunu ekmek için içtenlikle çabalarımızı artıralım ve içimizdeki deist’ten kurtulalım. Allah her Ahmediye bunu nasip eylesin.

Start typing and press Enter to search