Vahyin devamı ve ümmetî peygamberin gelmesi
Yazar : Vadedilen Mesih’in II. Halifesi Mirza Beşirüddin Mahmud Ahmedra
Bize yöneltilen dördüncü büyük itiraz, bize göre vahyin ve peygamberlerin gelişinin Peygamber Efendimizdensav sonra da devam edecek olmasıdır. Bu itiraz da, tefekkürsüzlük veya bize olan husumetin bir sonucudur. Doğrusu biz, sözlerin zahir şeklinden ziyade, onların Allahcc ve Peygamber’insav onuruna yakışan anlamına inanmayı tercih ederiz. Bizler, Peygamber Efendimizinsav peygamberliğini kaldırıp, dünyaya yeni bir şeriat ve yeni bir kıble verecek, İslam şeriatının herhangi bir hükmünü değiştirecek, insanoğlunu Peygamber Efendimizesav değil, kendine itaate davet edecek, Muhammedi Ümmetin dışından ortaya çıkacak veya Peygamber Efendimizdensav feyiz almaksızın herhangi bir manevi mertebeye erişebilecek bir kişinin gelebileceğine bir an için bile inanamayız. Çünkü bize göre, böyle bir kişinin gelmesi İslam’ın sonu olup Peygamber Efendimizesav Allahcc tarafından verilen sözlerin yalan çıkacağı anlamına gelecektir. Böyle bir inanışa göre, sanki Peygamber Efendimizinsav gelişi ile İlahi feyizlerin tümü kesilmiştir ve böylece o, dünyanın manevi ilerlemesine yardımcı olmak yerine, (hâşâ) bir engel teşkil etmiştir. Biz, böyle bir düşünceyi kabul edemeyiz ve bundan tiksiniriz.
Bizce o, ilahi feyiz kapılarını kapatmak için değil, her zamankinden daha çok açmak için gelmiştir. Peygamber Efendimizinsav âlemler için rahmet olduğuna içtenlikle inanırız. Her gözün gördüğü gibi, onun zuhuru insanları manevi feyizlerden mahrum bırakmamıştır, aksine onun zuhuruyla Allah’ıncc insanlara her zaman bahşettiği manevi feyiz ve nimetler eskisinden daha bol olarak akmaya başlamıştır. Onun zuhurundan önce bu ilahi feyizler bir ırmak gibi akıyordu, ancak onun zuhurundan beri muazzam bir nehir gibi akmaktadır. Çünkü onun zuhurundan önce manevi âlemdeki bilgi kemale ermemişti, hâlbuki onun gelişiyle bu bilgi kemale erdi. Kamil irfan ise ancak kâmil bilgi ile elde edilir.
Kuran-ı Kerim, kendisinden önceki hiçbir Kitabın öğretmediğini öğretmektedir. Sonuç olarak Peygamber Efendimizinsav vasıtasıyla insanlar da irfanda ilerleme kaydetmiştir. İrfanda ilerlemiş olmaları ise, onların öncekilere kıyasla daha yüksek manevi makamlara ulaşabilmelerini mümkün kılmıştır. Buna iman olmasa, Peygamber Efendimizinsav diğer peygamberlere nazaran ne üstünlüğü olabilirdi ki? Peygamber Efendimizesav tabi olmadan zuhur edecek bir peygamberin gelmesini reddederiz. İşte bundan ötürü, biz Hz. İsa’nınas tekrar geleceğini reddederiz. Oysa Peygamber Efendimizesav tabi ve onun ümmetinden olup, şanını yücelten bir peygamberin gelişini ise reddetmeyiz.
Allahcc gönlünüzü İlâhi nurla doldurup, hakkı tanıması için gözlerini açsın!
Kendisinden önceki bir peygamberi hükümsüz kılan peygamber yeni bir şeriat getirir. Ayrıca o kendisinden önceki peygambere tabi olmaksızın doğrudan elde edilmiş olan bu mertebeye yükselir. Ancak önceki bir peygambere tabi olarak, ondan aldığı feyiz ve nura dayanarak, ona itaat edip, peygamberlik mertebesine erişmiş bulunan bir peygamber ise daha evvelki peygamberi hükümsüz kılmış olmaz. Bu çeşit peygamberlik, daha evvelki peygamberi küçük düşürmek şöyle dursun, onun ve getirdiklerinin şan ve şerefini artırır. Kuran-ı Kerim’den anlaşıldığına göre peygamberliğin bu çeşidi Peygamber Efendimizinsav ümmetinda devam edecektir. Akl-i selim de bu görüşü desteklemektedir. Zira bu çeşit peygamberlik, Ümmet-i Muhammediye için erişilemeyecek bir mertebe ise, o zaman o diğer peygamberlerin ümmetlerine nazaran hiçbir üstünlüğe sahip değil demektir.
Peygamber Efendimizsav, Hz. Musa’yaas tabi olanlar arasında peygamberlikten daha aşağı bir manevi mertebe olan muhaddes mertebesine erişmiş kimseler bulunduğunu söylemişti.[1] Bundan dolayı, Peygamber Efendimizsav kendi manevi feyziyle insanları muhaddeslikten daha yüksek bir mertebeye çıkaramıyorsa, o zaman onun “insanların ve peygamberlerin en hayırlısı” olmasının ne anlamı kalır ki? Peygamberlerin en hayırlısı olabilmesi için, onun kendisinden daha önceki peygamberlerde bulunmayan meziyetlere sahip olması gerekir. Daha önceki peygamberler kendilerine tabi olanları en fazla muhaddes mertebesine ulaştırabiliyorlardı. Ancak Peygamber Efendimizesav tabi olan bir kimse ise, onun kuvvet-i kudsiyesi sonucunda peygamberlik makamına da erişebilir. Kuvvet-i kudsiyesinin bu kemalini görünce, müminin kalbi de aşk ile dolup taşar.
Peygamber Efendimizinsav zuhuru bu çeşit peygamberliği ortadan kaldırsaydı, o zaman onun zuhuru yeryüzü için bir yardım değil, (hâşâ) bir azap hükmünde olurdu. Kuran-ı Kerim ise insanlık için faydasız bir kitap haline gelirdi. Zira Peygamber Efendimizinsav zuhurundan önceki müminler yüksek mertebelere erişebilirlerken, onun zuhurundan sonra insanlar o mertebelere ulaşmaktan mahrum kılınmışlardır diye kabul etmemiz gerekirdi. Kuran-ı Kerim’den önceki Kitaplar insanların peygamberlik mertebesine kadar ulaşmalarına yardımcı olmuşlardı, ama Kuran-ı Kerim’e uyan bir kimse ise bu mertebeden mahrumdur? Eğer bunlar doğruysa, gerçek müminlerin kalbi kanayacak ve azimleri kırılacaktır. Çünkü onlar “Peygamberlerin peygamberi” ve “âlemlere rahmet” olanın gelişiyle maneviyat sahasında yeni yükselme yollarının açılacağını ve O’nun yolunda yürümek suretiyle, Rablerine her zamankinden daha çok yaklaşacaklarını umarlarken, O’nun gelişi, (hâşâ) öteden beri açık olan rahmet kapılarının kapanmasına sebep oldu diye düşünecekler.
Acaba bir mümin bir an için Peygamber Efendimizsav hakkında böyle bir düşünceye kapılabilir mi? Ona âşık olan, bir an için bu inancı taşıyabilir mi? Allah’acc andolsun ki, Peygamber Efendimizsav feyiz ve bereketi tükenmeyen eşsiz bucaksız bir denizdir. O, kuşatılması mümkün olmayan manevi bir göktür. O, rahmet kapılarını kapatmamış, aksine ardına kadar açmıştır. Daha önceki peygamberler ile kendisi arasındaki fark da budur. Geçmiş peygamberlere tabi olanlar, itaat ederek ancak muhaddes mertebesine kadar yükselebilirlerdi. Peygamberlik mertebesine nail olmaları ise, başka bir terbiyeyi gerektirmekteydi. Buna karşın Peygamber Efendimizesav itaat eden bir kimse ise, peygamberlik makamına nail olabilir. O, maneviyatta ne kadar ilerlemiş olursa olsun, Peygamber Efendimizinsav manevi köleliğinden azat olamaz, ümmetinin halkası dışına da çıkamaz. Doğrusu, onun mertebesi ne kadar yüksek olursa, Peygamber Efendimizesav karşı şükran ve minnet borcu da o denli artar. Çünkü Allah’acc yakınlık bakımından, Peygamber Efendimizsav hiçbir faninin erişemeyeceği bir noktaya erişmiştir. Onun Allahcc katındaki mertebesi tasavvur edilmesi mümkün olmayan bir süratle her an artmaktadır. Nitekim ümmetinin ilerlemesi Peygamber Efendimizinsav ilerlemesine muhtaçtır. O adımlarını ileriye attığı için, ümmeti de adımlarını ileriye atmıştır.
Peygamber Efendimizinsav bu yüce mertebesinin sonucu olarak, yukarıda zikredilen şekilde peygamberliğin devamını kabul etmemiz gerekir. Çünkü bu çeşit bir peygamberliğin devamı Peygamber Efendimizinsav şanını ve büyüklüğünü artırır. Ancak bu nimet kapısının kapalı olduğunu kabul etmemiz ise onun şanına bir saygısızlıktır. Bir öğretmenin şanı yetiştirdiği öğrencilerin büyüklüğüyle belli olduğu gibi, bir kralın azameti de emri altında bulunan diğer itaatkâr kralların büyüklüğüyle belli olur. Nitekim bir öğretmen yetenekli öğrenciler yetiştiremezse, kendisi de pek yetenekli sayılmaz. Bir kralın emri altında beceriksiz kimseler bulunuyorsa, bu o kralın büyüklüğünün bir alameti olamaz. İmparator ya da kralların kralı diye nitelendirilmek, onu aşağılayan değil şanını gösteren bir lakaptır. Aynen bunun gibi, eğer bir peygamberin ümmetinden nübüvvet makamına eren kimseler, peygamberlik makamına ermelerine rağmen onun ümmeti dışına çıkamıyorlarsa, bu o peygamberin diğer peygamberlerden daha büyük olduğunun bir alametidir.
Nübüvvet hakkındaki bugünkü yanlış inancın zamanımızdaki Müslümanlar arasında nasıl revaç bulduğu meselesi önemlidir. Bugünkü Müslümanlar diyorum, çünkü eski din bilginleri bugünkü Müslümanlarca kabul edilen düşüncenin tam tersi olan görüşlere sahiptiler. Muhyüddin İbn-i Arabî, Molla Aliyyü’l Kâri, İbn-i Kayyim, Mevlana Celalettin Rûmi, İmam Rabbani gibi din bilginleri bu konu üzerinde şimdiki Müslümanların görüşlerine muhalif görüşler beyan eden İslam âlimleri arasında zikrolunabilir. Zamanımızdaki Müslümanlar, aslında nübüvvetin ne demek olduğunu anlayamadıklarından dolayı bu konuda yanılmaktadırlar. Onlara göre bir peygamber yeni bir şeriat getirmeli veya eski şeriatın bazı emirlerini kaldırmalı yahut daha önceki peygambere tabi olmamalıdır. Gerçek şudur ki, bir peygamberin peygamber olması için onda bu şartların bulunması gerekmez. Bir peygamber bu şartlardan hiçbirini yerine getirmediği halde, yine de peygamber olabilir. O, yeni bir şeriat getirmediği gibi, daha önceki şeriatın bazı emirlerini kaldırmamış da olabilir. O, kendisinden önceki bir peygambere tabi de olabilir. Zira peygamberlik manevi bir mertebe olup, Allah’acc yakınlığın bir derecesidir. Bu mertebeye, bu yakınlık derecesine erişen kişi, insanlara Allahcc yolunda rehberlik etmek için tayin edilir. O, manen ölmüş olanları diriltmek ve manevi kuraklıktan kuruyan kalpleri yeşertmek işi ile görevlendirilir. Hakkı yaymak için hayatlarını bu uğurda feda etmeye hazır bir cemaati kurmak onun vazifesidir. Bu fedakâr cemaat ise onu örnek alıp, kalbini temizler ve amelini düzeltir.
Özetle nübüvvetin reddedilmesi, nübüvvet mefhumunu kavrayamamalarının bir sonucudur. Hâlbuki nübüvvetin bazı çeşitlerinin Muhammedi Ümmet içinde devamı, Peygamber Efendimizinsav mertebesini alçaltmaz, aksine yükseltir.
Hatemü’n Nebiyyin’in anlamı
مَا کَانَ مُحَمَّدٌ اَبَاۤ اَحَدٍ مِّنۡ رِّجَالِکُمۡ وَلٰکِنۡ رَّسُوۡلَ اللّٰہِ وَخَاتَمَ النَّبِیّٖنَؕ وَکَانَ اللّٰہُ بِکُلِّ شَیۡءٍ عَلِیۡمًا
“Muhammed, sizler gibi erkeklerin hiçbirinin babası değildir. Ancak o, Allah’ın Resulü’dür, (hatta daha da üstündür. Yani o,) peygamberlerin mührüdür. Allah, her şeyi çok iyi bilendir.[2]”
Bu ayet-i kerime sunularak her çeşit peygamberliğin sona erdiği iddia edilmektedir. Ama Kuran-ı Kerim’de “Hatem” kelimesinin, Allahcc tarafından kesr (esre) ile değil, fetha (üstün) ile kullanıldığı unutulmaktadır. Yani ayet-i kerimede kullanılan kelime “Hatim” değil, “Hatem”dir. “Hatem” ise son şahıs veya sonuncu manasında değil, “mühür” demektir. Mühür ise tasdik için kullanılır. Nitekim söz konusu ayet-i kerime “Muhammedsav peygamberlerin mührüdür”, manasını taşımaktadır. İmam Buharira bu ayetteki hatem kelimesini tefsir ederken, bunu mühür diye açıklamıştır ve görüşünü desteklemek için peygamberin mübarek vücudu üzerindeki bir nişandan bahseden hadisleri yazmıştır. Bu hadislerden anlaşıldığına göre bu nişana, “Nübüvvet Mührü” adı verilmiştir.[3]
Keşke insanlar, Kuran-ı Kerim’in kelimeleri üzerinde durup düşünmüş olsalar, o zaman yanılmazlardı. Bu ayette beyan edilen konuya dikkat ettikleri takdirde görecekleri şu olurdu: Burada Peygamber Efendimizinsav hiçbir erkeğin babası olmadığı beyan edilmektedir. Ayet bundan sonrasında da, Peygamber Efendimizinsav erkek evlada sahip olmamakla beraber, bir peygamber, hem de yalnız peygamber değil bütün peygamberlerin mührü olduğunu söylemektedir. Açıkça görüldüğü üzere, ayetin birinci kısmından sonra “lâkin” (ancak) kelimesi kullanılmıştır, bu kelime ise Arapçada önceki beyandan ortaya çıkabilecek bir şüphenin ortadan kaldırılması maksadıyla kullanılır. Her Müslüman’ın bildiği gibi, Kevser suresinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
اِنَّ شَانِئَکَ ہُوَ الۡاَبۡتَرُ
“Şüphesiz, ancak senin düşmanın erkek evlattan mahrum kalacaktır.[4]”
Bu ayet-i kerimede aksi beyan edildiği halde, Ahzap suresinde yer aldığı şekilde, “Muhammed, sizler gibi erkeklerin hiçbirinin babası değildir” demekle, sanki Peygamber Efendimizinsav (hâşâ) zürriyetsiz kalacağı anlaşılmaktadır. Bu şüpheyi ortadan kaldırmak için, Allah-u Teâlâ “lâkin” kelimesini kullanmıştır. O böylece şunu açıklamıştır: Hz. Muhammed’insav maddi anlamda bir erkek evladın babası olmadığı doğru olduğu halde, o zürriyetsiz kalmayacak, çünkü o Allah’ıncc peygamberi olduğu için onun manevi feyzi gitgide yayılacak ve haddi hesabı olmayan bir ölçüde manevi evlada sahip olmasını sağlayacaktır. Bu ayette peygamber kelimesini kullandıktan sonra Allahcc, ona “Hateme’n Nebiyyin” demek suretiyle, konuyu daha da genişletmiştir. Yani yalnızca sıradan müminler onun zürriyetinden olmayacaklar, ancak o peygamberlerin mührü olduğu için, onun nuru ile ona tabi olan insan nübüvvet makamına erebileceğinden dolayı, o peygamberlerin dahi babası olacaktır.
Kısacası bu ayet-i kerimede, bizim zikrettiğimiz şekilde peygamberlik makamının devam edeceğinden bahsedilmektedir. Şüphesiz bu ayet-i kerime, yeni şeriat getiren, müstakil ve bağımsız olan her çeşit peygamberliğin kapısını kapatmaktadır, çünkü böyle bir peygamberliğin devamı onun açıklanan manevi Babalığının ve Cedliğinin sona erdiği anlamına gelecektir.
Başka bir iddiaya göre, peygamberliğin devam ettiği inancı Peygamber Efendimizinsav bazı hadislerine de aykırıymış. Onlar hadislerde yer alan şu ifadeleri kullanırlar:
فَاِنِّی اٰخِرُ الْاَنْبِیَاءِ
“Ben peygamberlerin sonuncusuyum.[5]”
لَا نَبِیَّ بَعْدِیْ
“Benden sonra peygamber yoktur.[6]”
Onlara göre bu hadislerden, Peygamber Efendimizdensav sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği neticesi çıkmalıymış. Oysa Peygamber Efendimizinsav hadislerini delil olarak zikredenler aynı hadiste, “Ben Peygamberlerin sonuncusuyum” kelimelerinin ardından,
وَاِنَّ مَسْجِدِی اٰخِرُ الْمَسَاجِدُ
Yani “Ve benim mescidim mescitlerin sonuncusudur” kelimelerinin de yer aldığını unutmaktadırlar.[7]
Dolayısı ile eğer Peygamber Efendimizsav zaman bakımından peygamberlerin sonuncu ise, o zaman Mescid-i Nebevi de hakiki manada mescitlerin sonuncusudur. Ancak “Ben peygamberlerin sonuncusuyum” hadisini ileri sürüp peygamberliğin sona erdiğini iddia edenler, aynı hadiste “Ve mescidim mescitlerin sonuncusudur” kelimelerini okumalarına rağmen camiler inşa etmektedirler. İnşa edilen camilerin fazlalığından dolayı bunların birçoğu viraneye dönmüştür. Eğer “Peygamberlerin sonuncusu” tabiri peygamberliğin sona ermesini gerektiriyorsa, “Mescitlerin sonuncusu” tabiri de Peygamber Efendimizinsav mescidinden sonra cami ve mescit inşasının yasak olmasını gerektirir. Ancak buna rağmen neden her gün camiler inşa edilmektedir?
Bu sorumuza cevaben bize deniliyor ki, Peygamber Efendimizinsav zamanından sonra inşa edilen mescitler, aslında Peygamber Efendimizinsav mescitleridir, çünkü Peygamber Efendimizsav Mescid-i Nebevi’yi hangi maksat için inşa etmişse, onlar da aynı maksat için inşa edilmiştir ve sonradan inşa edilen camiler ise asıl mescidin gölgeleridir. Nitekim bu durum, Peygamberinsav mescidinin sonuncu olduğu keyfiyeti ile de tezat teşkil etmez. Verdikleri bu cevap doğrudur.
Aynen böyle, ahlakını Peygamber Efendimizinsav ahlakından alan, onun öğretilerini yaymak işi ile görevlendirilen, feyzinden feyiz almış, tıpkı gölgesi gibi ona tabi olan bir peygamberin gelmesine de, “Son peygamber” tabiri engel değildir.
“Benden sonra peygamber yoktur” hadisine gelince, bu hadis de Peygamber Efendimizinsav zaman açısından son peygamber olup, kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği manasında değildir. Bunun anlamı, onun şeriatını ortadan kaldıracak hiçbir peygamberin gelemeyecek olduğudur. Peygamber Efendimizinsav bu hadisi, “sonra” kelimesine dayanıyor ve ona bağlıdır. Bir şeyin diğer bir şeyden sonra gelmesi, ancak birinci şey ortadan kalktığı ve ikinci şey onun yerini aldığı zaman mümkün olur. Nitekim Peygamber Efendimizinsav peygamberliğini desteklemek üzere gelen nebi, kendisinin dışında değildir, aksine Peygamber Efendimizinsav nübüvvetinin içine dâhildir. Ancak onun şeriatını, (hâşâ) kaldırmak için biri gelmiş olsaydı, ancak ona “Peygamber Efendimizdensav sonra gelmiştir” denmesi söz konusu olurdu. Aklı başında olan kimse, her konu üzerinde tefekkür eder ve kelimelerin derinliğine inmeye çalışır. Herhalde Hz. Ayşera bu konuda Müslümanların yanılacağını düşündüğü için şu ikazda bulunmuştu:
’’ قولوا خاتم النبیین، ولا تقولوا لا نبی بعدہ۔‘‘
“O, Hatemü’l Enbiyadır deyiniz, fakat ondan sonra peygamber yoktur demeyiniz.[8]”
Eğer Hz. Ayşe’yera göre, Peygamber Efendimizdensav sonra hiçbir peygamber gelmeyecek idiyse, o zaman o, “Ondan sonra peygamber yoktur, demeyiniz,” şeklinde bir ikazda neden bulunmuştur? Eğer inandığı doğru değil idiyse, ashab-ı kiram neden kendisini yalanlamadı. Hz. Ayşe’ninra bu sözü, ona göre Hz. Resulullah’tansav sonra, onun şeriatını ortadan kaldırmayan ve kendisinden bağımsız olmayan bir peygamberin geleceğini mümkün göstermektedir. Ayrıca ashab-ı kiramın da bu sözü tenkit etmemesi, onların da Hz. Ayşera ile hemfikir olduklarını göstermektedir.
Üzülerek ifade etmeliyiz ki, insanlar Kuran-ı Kerim üzerinde tefekkür etmemektedirler. Böylelikle onlar, kendileri yanıldıkları gibi başkalarını da yanıltırlar ve doğru yoldan sapmayanlara da dinsiz ve kâfir diyerek öfke duyarlar. Ancak, bir mümin insanlardan değil, yalnız Allah’tancc korkar. Bir insan bir diğerine nasıl zarar verebilir? Yapabileceği en büyük fenalık onu öldürmektir, ama bir mümin ölmekten asla korkmaz. Onun için ölüm, sevgilisi olan Allah ile görüşme günüdür. Keşke yanılgı içinde olanlar, Kuran-ı Kerim’in tükenmeyen bir hazine olduğunu ve ebediyete kadar insanların ihtiyaçlarını karşılamaya devam edeceğini bilebilseler. O, insanların manevi ilerlemesi için öyle şeyler öğretmektedir ki, kendisinden önceki kitaplar bunun bir zerresini bile içermemektedir. Eğer onlar bu gerçeği kavramış olsalardı, bir su birikintisinde yaşayan kurbağa gibi durumlarına sevinmezlerdi. Onlar Allahcc ile ilişki kurmak ve Kendisine yakın olmak için çaba sarf ederlerdi. Eğer onlar kelimeler yerine, gönüllerin düzeltilmesinin önemine vakıf olsalardı, zahirî ilimle yetinmezlerdi. Aksine onlar, Allah ile ilişki kurma çabasına girerlerdi. Gönüllerinde böyle bir istek bulunsaydı, Kuran-ı Kerim’in insanoğlunun ilerlemesi için öğrettiği yollarını öğrenme çabasına düşerlerdi. Bunu yaptıkları takdirde, bir kabuğa rıza gösterdiklerinin ve boş bir kadehi dudaklarına değdirmekle sarhoş olmayı arzu ettiklerinin de farkına varırlardı. Onlar Fatiha suresini okudukları halde, onda beyan edilen nimetleri elde etmek için gönülleri neden hiç istek duymamaktadır? Gün boyunca yaklaşık elli defa şöyle dua ediyorlar:
اِہۡدِنَا الصِّرَاطَ الۡمُسۡتَقِیۡمَ ۔﴾ صِرَاطَ الَّذِیۡنَ اَنۡعَمۡتَ عَلَیۡہِمۡ۔۔۔
“Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiklerinin yoluna…[9]”
Buna rağmen onlar hangi nimetlere talip olduklarını hiç düşünmüyorlar. Bir kereliğine namazı düşünerek eda ediyor olsalardı, doğru yol ve nimetten neyin kastedildiği hakkında kendi kendilerini sorgulayacaklardı. Bunu yaptıkları zaman dikkatleri Nisa suresindeki şu ayete çevrilmiş olacaktı:
۔۔۔وَلَوۡ اَنَّہُمۡ فَعَلُوۡا مَا یُوۡعَظُوۡنَ بِہٖ لَکَانَ خَیۡرًا لَّہُمۡ وَاَشَدَّ تَثۡبِیۡتًا۔وَّاِذًا لَّاٰتَیۡنٰہُمۡ مِّنۡ لَّدُنَّـاۤ اَجۡرًا عَظِیۡمًا۔وَّلَہَدَیۡنٰہُمۡ صِرَاطًا مُّسۡتَقِیۡمًا۔وَمَنۡ یُّطِعِ اللّٰہَ وَالرَّسُوۡلَ فَاُولٰٓئِکَ مَعَ الَّذِیۡنَ اَنۡعَمَ اللّٰہُ عَلَیۡہِمۡ مِّنَ النَّبِیّٖنَ وَالصِّدِّیۡقِیۡنَ وَالشُّہَدَآءِ وَالصّٰلِحِیۡنَۚ وَحَسُنَ اُولٰٓئِکَ رَفِیۡقًا ۔ذٰلِکَ الۡفَضۡلُ مِنَ اللّٰہِؕ وَکَفٰی بِاللّٰہِ عَلِیۡمًا۔
“…Öğütlendiklerini yerine getirmiş olsalardı, haklarında daha hayırlı olur (ve bu imanlarının) güçlenmesine (de) vesile olurdu. O zaman, şüphesiz Biz (de) kendilerine, tarafımızdan büyük bir mükâfat verirdik. Onlara (da) mutlaka doğru yol gösterirdik. Kim Allah’a ve bu Peygamber’e itaat ederse, onlar Allah’ın nimetlendirdiği nebiler, sıddîkler, şehitler ve salihlerden olacaklardır. Onlar, ne güzel arkadaştırlar! Bu lütuf Allah tarafındandır. Allah, her şeyi bilen olarak yeterlidir.”[10]
Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığına göre, nimet verilenlerin yolunu göstermekten kastedilen, onları nebilerin, sıddîkların, şehitlerin ve salihlerin cemaatlerine dâhil etmektir. Allahcc, Peygamberisav vasıtasıyla bize, günde yaklaşık elli kez doğru yolu talep etmek üzere dua etmemizi tembihlemiştir. Diğer taraftan O, doğru yolu, nebiler, sıddîklar, şehitler ve salihlerin cemaatine katılmak olarak açıklamıştır. O takdirde, bu ümmet için nübüvvet kapısının her açıdan kapanmış olması nasıl mümkün olabilir ki? Allah’ıncc şanı, böylesi gülünç bir duruma düşmekten çok yücedir. Bir taraftan nebiler, sıddîklar, şehitler ve salihler arasına dâhil edilmemiz için bizi dua etmeye teşvik ederken, bu nimetin ebediyete kadar Hz. Muhammed’insav ümmetine yasak edildiğini söylemesi mümkün olabilir mi? Böyle bir şey, hâşâ mümkün değildir. Allahcc bütün eksikliklerden münezzehtir. Eğer O, bu nimeti yasaklamış olsaydı, Fatiha suresinde nimetlendirilen kimselerin yolunu talep etmemiz için bize dua öğretmezdi. Ayrıca nimet verilenlerin yolunu açıklarken, Peygamber Efendimizesav itaat edenlerin peygamberlerden olabileceğini de söylemezdi.
Diyorlar ki, bahis konusu ayette “min” (-de,-den) kelimesi değil, “ma’a” (ile) kelimesi bulunmaktadır. Bundan dolayı, Peygamber Efendimizesav itaat edenler, peygamberlerden olmayıp, sadece peygamberler ile beraber olacaklarmış. Ancak onlar, ayetin yalnız peygamberlerden değil sıddîklar, şehitler ve salihlerden de bahsettiğini unutuyorlar. Şayet ayetteki “ma’a” kelimesinden dolayı onların bu ayete verdikleri anlamı kabul edecek olursak, o zaman şunları itiraf etmek zorundayız: Bu ümmette hiçbir sıddîk olmayacak, ama bazı kimseler sıddîklar ile beraber kalacaklar. Hiç kimse şehit olmayacak, fakat bazıları şehitler ile beraber olacaklar. Hatta hiç kimse salih olmayacak, ancak bazı kimseler salihler ile beraber bulunacaklardır. Başka bir ifade ile bu ümmetin bütün fertleri iyilik ve takvanın tüm mertebelerinden mahrum bırakılacaklar, ama kendilerinden önceki ümmetlerden bu mertebelere erişmiş olan bazı kimseler ile de bir arada bulunabileceklerdir. Hiçbir Müslüman böyle bir düşünceyi aklının ucundan bile geçiremez. Böyle bir düşünce, ancak İslam’a, Kuran’a ve Peygamber Efendimizesav büyük bir saygısızlıktır. Özetle bu ayetteki “ma’a” kelimesi, dedikleri gibi tefsir edilecek olursa, yalnız nebilik değil sıddıklık, şehitlik, salihlik kapıları da böylece kapanmış olacaktır.
Gerçek şu ki, “ma’a” kelimesi sadece zaman ve mekân bakımından beraber olma manasına gelmez, aslında bu kelime, iki kişinin aynı dereceyi paylaşmasını da ifade eder. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
اِنَّ الۡمُنٰفِقِیۡنَ فِی الدَّرۡکِ الۡاَسۡفَلِ مِنَ النَّارِۚ وَلَنۡ تَجِدَ لَہُمۡ نَصِیۡرًا۔اِلَّا الَّذِیۡنَ تَابُوۡا وَاَصۡلَحُوۡا وَاعۡتَصَمُوۡا بِاللّٰہِ وَاَخۡلَصُوۡا دِیۡنَہُمۡ لِلّٰہِ فَاُولٰٓئِکَ مَعَ الۡمُؤۡمِنِیۡنَؕ وَسَوۡفَ یُؤۡتِ اللّٰہُ الۡمُؤۡمِنِیۡنَ اَجۡرًا عَظِیۡمًا۔
“Şüphesiz münafıklar, (cehennem) ateşinin en alt derinliklerinde olacaklar. Sen (de) onlara bir yardımcı bulamayacaksın. Ancak tövbe edip kendilerini ıslah eden, Allah’a sımsıkı sarılan ve dinlerini (de) Allah için halis edenler, (bundan) müstesnadır. İşte müminler ile birlikte olanlar (da,) bunlardır. Allah müminlere pek yakında, büyük mükâfat verecektir.”[11]
Bu ayette önceden münafık iken tövbe edip, kendilerini ıslah edenlerden, Allah’acc sımsıkı sarılarak dinlerinde halis olanlardan bahsedilirken, haklarında “ma’a” kelimesi kullanılmıştır. Burada “ma’a” kelimesi sadece zaman ve mekân bakımından beraber olmak manasında alındığı takdirde, münafıklar tövbe ettikten sonra ayette belirtilen meziyetlere sahip olmalarına rağmen, müminlerin mertebesine erişemeyecekler, ama onlar ile beraber olacaklar, şeklinde bir anlam ortaya çıkacaktır. Bu açıkça batıl bir manadır. Buradan da anlaşılması gerektiği gibi, “ma’a” kelimesi bazen iki kişinin aynı dereceyi paylaşması anlamına gelmektedir. Buna göre bahis konusu olan Nisa suresi, 67 ile 71. ayetleri içeren bölümde geçen “ma’a kelimesi, ancak bu ümmetteki müminlerin önceki ümmetteki müminler ile aynı dereceleri paylaşacakları anlamına gelmektedir.
Kuran-ı Kerim başka ayetlerde de bir çeşit nübüvvetin kapısını açık tutmaktadır. Bu nübüvvet Muhammedi Nübüvvetin zılli, yani gölgesidir. Bu makam ise, Peygamber Efendimizesav itaatin sonucu olarak, onun nübüvvetini yaymak üzere Allahcc tarafından bağışlanan bir mertebedir. Nitekim Araf suresinde, Peygamber Efendimizsav ile ümmetinden bahsedilirken şöyle buyrulmuştur:
قُلۡ اِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّیَ الۡفَوَاحِشَ مَا ظَہَرَ مِنۡہَا وَمَا بَطَنَ وَالۡاِثۡمَ وَالۡبَغۡیَ بِغَیۡرِ الۡحَقِّ وَاَنۡ تُشۡرِکُوۡا بِاللّٰہِ مَا لَمۡ یُنَزِّلۡ بِہٖ سُلۡطٰنًا وَّاَنۡ تَقُوۡلُوۡا عَلَی اللّٰہِ مَا لَا تَعۡلَمُوۡنَ۔وَلِکُلِّ اُمَّۃٍ اَجَلٌۚ فَاِذَا جَآءَ اَجَلُہُمۡ لَا یَسۡتَاۡخِرُوۡنَ سَاعَۃً وَّلَا یَسۡتَقۡدِمُوۡنَ۔یٰبَنِیۡۤ اٰدَمَ اِمَّا یَاۡتِیَنَّکُمۡ رُسُلٌ مِّنۡکُمۡ یَقُصُّوۡنَ عَلَیۡکُمۡ اٰیٰتِیۡۙ فَمَنِ اتَّقٰی وَاَصۡلَحَ فَلَا خَوۡفٌ عَلَیۡہِمۡ وَلَا ہُمۡ یَحۡزَنُوۡنَ۔﴿
“De ki: “Rabbim, bütün kötülüklerin açık ve gizlisini, günahı, haksız yere baş kaldırmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir varlığı Allah’a ortak koşmanızı, bilmediğiniz şeyler hakkında Allah’a yalan isnat etmenizi haram kılmıştır. Her ümmet için belli bir süre tayin edilmiştir. (Sona erme) zamanları gelince, ne bir an gecikebilirler, ne (de) bir an ileri gidebilirler. Ey Âdemoğulları! Eğer aranızdan size ayetlerimizi okuyup anlatacak peygamberler gelirlerse, (onlara uyup) takvayı benimseyenlere (ve kendilerini) ıslah edenlere, ne (geleceğin) bir korkusu, ne (de geçmişin) bir kaygısı olacaktır.”[12]
Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, bu ümmetten de peygamberler gelecektir. Çünkü Muhammedi Ümmetten bahsederken Allah-u Teâlâ, eğer aranızdan size ayetlerimizi okuyup anlatacak peygamberler gelirlerse, onlara uyunuz, diye buyurmuştur. Bu peygamberleri kabul etmedikleri takdirde ise onlar, bunun cezasını çekmek durumundadırlar. Ayette “imma” (eğer) kelimesinin bulunduğunu ve bundan dolayı şartlı bir durum ifade edildiğini ileri sürmek mümkün değildir. Çünkü aynı kelime Kuran-ı Kerim’de Adem’inas Cennetten çıkışını tasvir için de kullanılmıştır. Buna rağmen ayetteki “eğer” kelimesinin bir şarta delalet ettiğini kabul edecek olsak bile, Allahcc nezdinde peygamberliğin kapısı kapanmış değildir. Çünkü sona erdirdiği bir şeyi şarta bağlı bir şekilde zikretmek Allah’ıncc şanına kesinlikle aykırıdır.
Kuran-ı Kerim dışında da Peygamber Efendimizinsav hadis-i şerifleri peygamberliğin koşulsuz ve mutlak olarak sona ermediğini açıkça bildirmektedir. Nitekim Peygamber Efendimizsav, Vadedilen Mesih’inas peygamber olacağını sıklıkla vurgulamıştır. Eğer peygamberlik koşulsuz olarak sona ermiş olsaydı, ondan “Nebiyullah” yani Allah’ıncc peygamberi şeklinde bahsedilmezdi.[13]
Çeviren: Raşit Paktürk
[1] Buhari, Kitabu’l Menakıb, Menakib Ömer bin Hattab
[2] Ahzab Suresi, ayet 41
[3] Buhari, Kitabu’l Menakıb, Bab Hatemü’n Nübüvve
[4] Kevser suresi, ayet 4
[5] Sahih Müslim; Kitabü’l Hacc, Bab Fadlü’s Salati Bi Mescidi
[6] Sahih Müslim, Kitabü’l Emara, Bab Vücübü’l Vefa bi Bey’ati’l Halifa
[7] Sahih Müslim; Kitabü’l Hacc, Bab Fadlü’s Salati Bi Mescidi
[8] Tekmile Mecmau Behari’l Envar, c.4, s.85, H.1314
[9] Fatiha suresi, ayetler 6-7
[10] Nisa suresi, ayetler 67-71
[11] Nisa suresi, ayetler 146-147
[12] Araf suresi, ayetler 34-36
[13] Sahih Müslim; Kitabü’l Fiten, Bab Zikrü’d Deccal


