Minhacü’t Talibîn’den (9)
BÖLÜM 9
Günaha batmış olmanın seviyeleri
Günaha karşı savaşmak için bunun seviyelerini bilmek gerekir. Bu sebepten bu aşamada bu seviyeleri anlatsam yeridir.
- İlk seviyede; insan günaha nefretle bakmasına rağmen çok nadiren de olsa işlemek zorunda kalır ve işler.
- İkinci seviyede insan günaha “kötüdür” der ama birçok zaman heveslerine ve arzularına dayanamaz, işler.
- Üçüncü seviyede insan belli bir günaha kötü demez ama özel bir işleme hevesi de yoktur. Uygun ortam olursa kötü görmediği için işler.
- Dördüncü seviyede insan gizlice günahı sevmeye başlar ama hayâsı ve utanç duygusu açıkça işlemekten meneder. Ancak gizlice yapar. Sakınırsa sadece örf ve adetler yüzünden sakınır.
- Beşinci seviyede hayâ ve utanç hicapları da kalkar, örf ve adetleri yok sayıp apaçık bir şekilde işler. İşlemeyi de sever.
- Altıncı seviye de insan başkalarının da günah işlemesini teşvik eder, iyi olduğunu söyler.
- Yedince seviyede ise insan artık şeytanın ta kendisi oluverir. Hayatının tek amacı günahı yaymak olur.
Buna karşı iyiliğin de yedi seviyesi vardır.
- Sevap beklentisiyle iyilik yapmak
- Vazife bildiği için, Allah emrettiği için iyilik yapmak.
- İyiliği iyilik olduğu için yapmak.
- İyiliği alışkanlık haline getirmek ve öyle yapmak,
- İyilikle mutlu olmak, mutluluğu iyilik yapmakta aramak,
- İyiliği yaymaya çalışmak.
- İyiliğin sembolü hale gelmek. İyiliği yaymanın hayatının tek amacı olduğuna inanmak ve öyle yapmak, yani melekler gibi olmak.
Bunun üstünde de bazı dereceler vardır ama onlar kesbi[1] değildir, vehbi[2] dir. Kastettiğim peygamberlik seviyeleridir.
Daha önce de anlattığım gibi aynı sıfatlar diğer kullara karşı kullanılırlarsa ahlak olur, Allah’a karşı kullanıldıklarında adı maneviyat olur. Dolayısıyla prensip olarak birinin tedavisi diğerinin de ilacı sayılır. Bu sebepten ahlaki ve manevi hastalıkların ilaçlarını ayrı ayrı beyan etmeye gerek yoktur. Ayrıca zaman darlığından dolayı diğer dinlerin veya sufilerin beyan ettiği ilaçlara girme şansım da yoktur. Bu yüzden sadece benim anladığım kadarıyla İslamiyet’in anlattığı ilaçlarla yetineceğim.
İslamiyet “günah oluştuktan sonra tedavi yöntemi nedir?” sorusundan önce “günahın hiç oluşmaması için ne yapabiliriz?” sorusunu gündeme getirmiştir. Hiç şüphe yoktur ki bu sorunun cevabı günah sıkıntısından kurtulmak için bir anahtar gibidir. Kumaş kirlendikten sonra onu yıkamaktansa hiç kirletmemeye çalışmak daha iyi değil mi? Muhakkak ki en önemli ve güzel başlangıç noktası budur. Dolayısıyla görüyoruz ki İslamiyet diğer dinler gibi sadece oluşmuş olan günahı yok etmenin yöntemlerini değil, hiç oluşturmamaya yönelik tavsiyeler de beyan etmiştir.
Ama ne yazık ki Kûr’ân-ı Kerîm ilgimizi bu noktaya çekmesine rağmen ve bazı evliyaların da bu konuya dikkat çekmelerine rağmen ümmet ve kavim olarak Müslümanlar bunu pek önemsememişlerdir. Günahın tohumlarının reşit olma yaşından çok önce atıldığını tamamen göz ardı etmişlerdir. İnsanlar “falanca kişi şimdi günah işleyecek” dediğinde aslında bu cümlenin gerçek anlamı “içine çok önce atılmış olan günah tohumu şimdi büyüyüp bir ağaç olmuştur. Artık kendisini göstermeye hazırdır” şeklindedir. Tohum olmadan ağaç olur mu? Kesinlikle hayır. Eğer reşit olmadan önce gizli günah kabiliyeti olmasaydı birden bire nereden oluşurdu? Her tür günah aslında çocukluk döneminin sonucudur. Her tür kötülük ergenlik çağından önce insanın kalbine yerleşir, yeşerir. Hatta bazı durumlarda bazı kötülükler doğumdan önce bile yerleşirler. Ergenlik çağına geldikten sonra ulemaların “şimdi bunu günahtan kurtar” demesi abestir. Bu aşamada o artık tamamen şeytanın pençesindedir. Ben “her tür günaha karışmıştır” demiyorum. Günahın kabiliyeti ve onlara yenik düşmenin meyli oluşmuştur diyorum. Anlattığım gibi tüm ahlaklar maddenin bazı özelliklerinden oluşurlar. Bunların dengesi küçük yaşta bozulursa çocuk son derece masum durmasına rağmen, günah işlemenin tüm kabiliyetlerini barındırıyor olacaktır.
Minhacü’t Talibîn (Arayanların Yolu ) adlı bu eser, Vadedilen Mesih ve Mehdi’ninaleyhisselam 2. Halifesi Hz. Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed’in radiyallahü anh 27 Aralık 1925 yılında senelik “Jalsa Salana” toplantısındaki konuşmasıdır.
Çev.: Seyyid Atik Ahmed
[1] Çabayla elde edilebilen bir şey
[2] Ancak Allah’ın lütfuyla bahşedilen bir şey


