Mukaddes Miras
Size öyle iki olay anlatacağız ki bunların ne kadar birbirine benzediğini okuduğunuz zaman Yüce Allahın hikmetine ve kudretine hayran olacaksınız. İki olay arasında iki bin yedi yüz, iki bin sekiz yüz sene fasıla var. Her iki olay da Mekke’de geçmektedir. Her iki olayda da, babaları kendi evlatlarını Yüce Allaha kurban etmeye karar verdiler. Ve ne kadar hayret vericidir ki her iki genç çocuk, hiç ses çıkarmadan Hüda Tealaya kurban olmayı kabul ettiler. Onlar en ufak bir itirazda bulunmadılar.
Anlatacağımız ilk olay, Hazret İsmail aleyhisselamındır. Onun babası hazret İbrahim aleyhisselam bir rüyasına istinaden oğlunu kurban etmeye karar verdi.
Allahın işine bakın, hazret İbrahim aleyhisselam, bir gece rüyasında birisinin, “En fazla sevdiğin şeyi Allah celle celalühü adına kurban et,” dediğini gördü. Hayret içinde uyandı ve “bu neyin nesidir, yoksa bu düşünce şeytanî bir vesvesemidir?” diye düşündü.
Fakat ikinci gün tekrar rüya gördü; En kıymetli şeyi Allaha kurban et! Hazreti İbrahim’in aleyhisselam en fazla sevdiği şey neydi biliyor musunuz? O, Hazreti İsmail’i aleyhisselam çok severdi. Bu düşünce sık sık onun aklını kurcalıyordu, Allah celle celalühü bilir ne var, diye. Fakat ikinci gün ki rüyada bu sır açıklığa kavuştu ki bu Allahın sesidir.
Tekrar üçüncü gün aynı rüyayı görünce, ben mutlaka Allah celle celalühü yolunda en sevdiğim şeyi, İsmail’i kurban edeceğim diye kesin karar verdi. Kendi evladını kendi eliyle kurban etmek çok zor bir iş. Fakat Hazreti İbrahim aleyhisselam daha önce de Hüda Tealanın rızası uğruna bu sevgili oğlunu çok küçük iken annesi ile birlikte, hiç kimsenin yaşamadığı bir yere, bu günkü Mekke’nin olduğu yere bırakmıştı. Kendi sevgisini, hanımın sevgisini, oğul sevgisini bir defa feda etmişti zaten. Fakat o, Allahın sevdiği ve o da O’nu seven birisiydi. O’nun için bütün bunları hiç çekinmeden yapabilirdi.
Hazreti İbrahim aleyhisselam, derhal Mekke’ye gitmeye hazırlandı. Uzun bir yolculuktan sonra oğlunun yanına varıp onu görünce içi sızladı. Şimdi o, on üç yaşında genç bir delikanlıydı[1]. Uzun zaman sonra görüşüyorlardı ve gelişinin maksadı da çok zor ve sabrı sınayan bir şeydi. Bütün bunlar doğal olarak Hazreti İbrahim’in aleyhisselam içini sızlatıyordu.
Fakat o sözünde kararlıydı. Oğlunu görünce muhabbetten dolayı bu fedakarlığı unutmadı. Bilakis Hazreti İsmail’i aleyhisselam çağırıp ona her şeyi anlattı. Hazreti İsmail aleyhisselam ne cevap verdi biliyor musunuz?
“Size emredileni yapınız! İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksınız.”[2]
Bakın ne kadar hayret vericidir. Eğer başka bir çocuk olsa korkuya kapılır, ya kaçar gider, yahut babasına kızar ve, “Sen daha önce beni bu virane yerde terk edip gittin, şimdi de kurban etmek istiyorsun,” der. Fakat bu itaatkar ve temiz yaratılışlı çocuk, tam bir fedaiyet ruhuyla “size rüyanızda emredileni yapınız,” diye cevap verdi.
Sonra ne oldu? Hazreti İbrahim aleyhisselam, onu alıp, onüç sene önce Hazreti Hacire’nin su aramak için koştura koştura perişan olduğu tepelerin arasına götürdü ve Merve tepesinde onu yatırdı.
Bir rivayete göre Hazreti İbrahim aleyhisselam Mina’dan geçerken, şeytan, onu bu fedakârlıktan vazgeçirmek için üç yerde göründü. Hazreti İbrahim aleyhisselam her seferinde oğlunun elini tuttu ve şeytana taş attı, o kaybolunca yürümeye devam etti. Cemrat denilen bu üç yer Mina meydanındadır. Bu gün bile hacılar bu üç yerde yedişer taş atarlar.
Hazreti İbrahim aleyhisselam, Hazreti İsmail’i aleyhisselam alıp Merve tepesine ulaşınca, onu yere yatırdı. Allaha ibadetkar bu çocuk, büyük bir mutlulukla ve sessizce, boğazlanmak için kendini sundu. Tam Hazreti İbrahim aleyhisselam bıçağı sürmek üzereydi ki meleğin sesi geldi, “Hiç şüphesiz sen rüyanı gerçekleştirdin ve Allahın katında vefalı sayıldın.”
Hazreti İbrahim aleyhisselam, bu kimin sesidir diye sağa sola bakmaya başladı. Şimdi ben kurban etmedim, rüya nasıl tamamlanmış oldu? Bunun üzerine melek, “İsmail’in yerine bir koç kurban et,” dedi. Böylece Hazreti İbrahim aleyhisselam, Hazreti İsmail’in aleyhisselam yerine bu hayvanı kurban etti.[3]
Ne kadar acaip bir şeydir! Baba, zaten Allahın peygamberidir. O, Hüda Tealanın rızası için daima fedakârlıklar yapa gelmekteydi. Allah celle celalühü ve O’nun yüceliğine, kudretine, O’nun muhabbetine vakıftı. Fakat çocuk, daha küçüktü. O, bütün bunları nasıl bilebilirdi? Ama hayır. Allah celle celalühü sevgisi bu çocuğa miras olarak gelmişti. Ona fedakârlık duygusu, Allahın rızası, kendi anne ve babasından gelmişti. O, küçük olmasına rağmen biliyordu ki Allah celle celalühü indinde her şeyi feda etmek büyük bir iyilik ve saadetti. Kısacası o, aynı şekilde davrandı.
Fakat Yüce Allah celle celalühü sevdiklerini asla unutmaz. Tam tersine onların hatıralarını, onların Kendisi için yaptıkları fedakârlıklarını, sonradan gelen insanlar için bir örnek olarak canlı tutar, yaşatır. Ki, “Ey Benim kullarım! Benim öyle sevgili kullarım geçti. Fakat Ben onları zayi etmedim. Tam tersine öncekinden daha fazla sevdim, öncekinden daha fazla onların üzerine nimetlerimin yağmurunu yağdırdım. Onların derecelerini yükselttim ve Kendi sevdiklerim arasına kattım.”
Hüda Teâlâ Kendi sözünde, vaadinde doğrudur. O, Hazreti İsmail’in aleyhisselam fedakârlığını gerçek bir şekilde bu gün de canlı tutmaktadır. Hacdan sonra, îdül ada (kurban bayramı) günlerinde milyonlarca hayvan, işte bu fedakarlığı yadetmek için kurban edilmektedir. Her mescidde, her bayram yerinde Hazreti İsmail’in aleyhisselam fedakârlığı anlatılır, herkes hayvanların neden kurban edildiğini bilir.
Şuna dikkat edin ki, hayvan kurban etmek ya da evladı kurban etmek asıl maksat değildi. O zaman bu neydi? Bu şunu ispat etmektedir ki Hüda Tealanın planı azimüş şan olur. Bu fedakârlığın gerçek maksadı Allahın yolunda İsmail’i aleyhisselam vakfetmekti. Çünkü kim Allah celle celalühü için vakfolursa ona dünyanın rahatlığı haram olur. O sadece ve sadece Allah celle celalühü için olur. Hüda Teala hangi işi isterse, hiç ses çıkarmadan onu yapar. Fakat öyle bir insan hiçbir zaman dünyevî nimetlerden de mahrum kalmaz. Çünkü bizzat Hüda celle celalühü, onun rahatını, rızkını, mutluluğunu sağlar.
Şimdi Yüce Allahın bütün bunları nasıl yaptığını görün. Hazreti İbrahim aleyhisselam, Hazreti İsmail’i aleyhisselam Allahın evini muhafaza etmek üzere vakfetmişti. Hazreti İsmail aleyhisselam da bu evi beklemekten çok mutluydu. O, yiyecek içeceği hiç düşünmedi. Hâlbuki Mekke tam olarak çöldü. Bazı zamanlar orada avlayacak bir hayvan dahi bulunmazdı. Buğday, arpa gibi şeyler orada kesinlikle yetişmezdi. Fakat Hazreti İsmail aleyhisselam, oradan başka bir yere gitmeyi, rahat etmeyi, yiyecek içeceği kolaylıkla bulmayı hiçbir zaman düşünmedi. O, hiçbir zaman açlığını düşünmedi. Bu onun, hiç ama hiç umurunda değildi.
Fakat Hüda celle celalühü ne yaptı? O, Hazreti İsmail’i Mekke’nin padişahı yaptı. Hazreti İsmail aleyhisselam, zemzem kuyusunun sahibi idi ve Kabe’nin de bakıcısı idi. Her ne zaman kafileler, su için, Hac için, Kabe’yi tavaf etmek için gelirlerse, mutlulukla, sevgiyle ve gönül rızasıyla Hazreti İsmail’e uzak, uzak bölgelerden meyveler ve hububat, hediye olarak getirip verirler ve onun bunları kabul etmesinden gurur duyarlardı.
Gördünüz mü? Hangi insan Allahın hizmetine vakfedilirse, Hüda Teâlâ dünyayı onun hizmetine verir. Sadece İsmail’e aleyhisselam değil, onun nesillerine bile dünya nimetleri verildi.
Sonra Hazreti İsmail’in nesli ilerleye ilerleye çok yayıldı. Birçok kabilelere bölündü, Arabistanın her yerinde Hazreti İsmail’in nesli vardır. Bütün o kabileler Kâbe’ye sınırsız saygı gösterirlerdi ve ona karşı derin sevgileri vardı, onu korumak için her şeylerini feda etmeye hazır idiler.
Bu sevgi, zamanın geçmesiyle azalmadı, tam tersine arttıkça arttı. Bildiğiniz gibi, Yüce Allah en fazla sevdiği kulunu Mekke’de yaratacaktı. Hüda Teâlâ işte o şehzadenin hatırına, onu karşılamak üzere önceden orada insanları toplamaya başlamıştı.
Siz de görmüşsünüzdür, her ne zaman önemli bir insan gelecek olursa, insanlar onu karşılamak üzere toplanırlar. Kimine önceden bildirilir, o, haber ne zaman gelecek diye bekleyiş içinde olur. Kimileri, geldiği zaman duyup toplanır ve kimilerine gelenle ilgili sık sık duyuru yapılarak hazır olmaları söylenir.
İşte aynen böyle, bazıları kendi babalarından dedelerinden, öyle bir insanın geleceğini işitiyorlardı. Dünyanın diğer yerlerindeki insanlara, gelen peygamberler, “Ey benim halkım! Bana inananlar! Çok büyük ve mukaddes bir insan gelmek üzeredir,” dediler ve onun alametlerini de bildirdiler.
Bu ilandan mahrum kalanlar, vakti geldiğinde öğreneceklerdi. Böyleleri için, Hüda Teala öyle bir düzenleme yaptı ki akıl hayran kalır. Allahın kudretiyle bu, bu olaya tıpatıp benzeyen, Hazreti İsmail’den iki bin sekiz yüz sene sonra gerçekleşen ikinci olaydır.
Yüce Allahın işine bakın ki, bizim Efendimiz sallellahu aleyhi vessellemin dedesi Abdulmuttalib’e, Yüce Allah celle celalühü zemzem kuyusunu aramasını emretti. O, kabilesinden yardım istedi, gelin birleşip bu mukaddes kuyuyu arayalım. Bu kuyu, uzun zamandan beri kum ve toprakla kapanmıştı ve hiç kimse onun asıl yerini bilmiyordu.
Önce birkaç kişi yardım etmeyi kabul ettiler, fakat daha sonra bunun imkansız bir iş olduğunu düşünerek razı olmadılar. Hazreti Abdulmuttalip kendi tek oğlu, Haris’i yanına alarak kuyuyu aramaya çıktı. Bazı insanlar, baba oğul ile alay ettiler. Hazreti Abdulmuttalip o zaman fakirdi ve başka bir oğlu da yoktu. Bu yüzden insanların tavrı ve kendi zayıflığı yüzünden çok üzüldü ve Yüce Allaha bir adak adadı.
Belki zihninizde adağın ne olduğuna dair bir soru belirmiştir. Bunun anlamı şudur; İnsan Rabbine söz verir, eğer benim şu işim olursa, ya bir dileğim gerçekleşirse, ben Allah celle celalühü yolunda, şükür için filan şeyi kurban edeceğim veya şu kadar para harcayacağım, der.
Hazret Abdulmuttalip Yüce Allaha şöyle yalvardı: Eğer benim on tane oğlum olursa ve onlar benim önümde gençliğe ulaşırlarsa ben onlardan birini Senin yolunda kurban edeceğim.[4]
Sizler belki de düşünüyorsunuzdur ki Hazreti Resulüllah’dan sallallahu aleyhi vessellem önce bütün Arabistan putperestti, öyleyse Hazret Abdulmuttalip Allahın adına nasıl adak adadı? O cahiliyet döneminde bile, Hazreti İbrahim’in aleyhisselam dinine bağlı olan temiz yaratılışlı insanlar vardı. Yani, Yüce Allaha iman eden ve O’na bütün güç ve kuvvetlerin kaynağı olarak inanan insanlar. Hazreti Abdulmuttalib’in Allaha tam olarak iman ettiğine dair birçok delil vardır.
Bu iman sebebiyle, Hüda Teâlâ ona sevgiyle muamele etti ve zemzem kuyusunu haber verdi. Anlatıldığı şekilde o, zemzem kuyusunu buldu. Onun içinde gömülü hazine de eline geçti, böylece onun fakirliği de gitti ve kuyunun da sahibi oldu.
Dahası, Yüce Allah celle celalühü ona on tane oğul verdi ve onlar gençlik yaşına da ulaştılar. Biliyorsunuzdur, Kâbe, bizim efendimiz sallellahu aleyhi vessellem için yapılmıştı. Görüyorsunuz Yüce Allah celle celalühü bütün bu nimetleri gerçek sahibine ulaştırmak için nasıl tedbirler almıştı. (Bu hayret verici konu üzerinde biraz daha dikkatle düşünün! Hüda Teala Mekke’yi Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi vessellem için abad ettiğine göre, kuyunun gerçek sahibi de Hazreti Resulüllah sallellahu aleyhi vessellem olacaktı ve Kabe’nin hakiki varisi de kendisi idi.)
Yüce Allah celle celalühü, önceden bütün bu şeyleri Peygamber Efendimiz’in sallallahu aleyhi vessellem dedesine verdi ve Arabistan halkına anlattı ki bakın! Onun doğru ve gerçek varisi dünyaya teşrif etmek üzeredir. Bütün bunlar onundur. Bu yüzden şimdiden zihninizi hazırlayın, vakti geldiğinde unutmayasınız.
Bununla birlikte Yüce Allah celle celalühü bir kere daha iki bin sekiz yüz sene önceki hadiseyi hatırlatmak istiyordu. İsmail aleyhisselamın evlatları birçok kabilelere ve hanedanlara bölünmüştü. O halde, o mübarek vücudun doğacağı hanedan hangisi idi? Onun babası kim olacaktı?
Cevaplarının çok açık bir şekilde gösterildiği sorulardı bunlar. Hazreti Abdulmuttalip, bütün oğulları büyüyüp delikanlı olunca, adağını hatırladı ve bütün oğullarını alıp Kabe’ye gitti. Şimdi o, kendi rızasıyla herhangi birisini kurban edemezdi. O, Hüda Teala’nın beğendiği, istediği oğlu kurban etmeliydi. Bunun için Hazreti Abdulmuttalip bütün oğullarının adına kura çekti; ve Abdullah’ın ismi çıktı.
Abdullah kimdi biliyor musunuz? Bizim Efendimiz’in sallallahu aleyhi vessellem babası idi. Ne kadar hayret vericidir, kurada herhangi birisinin ismi çıkabilirdi. Abdullahın ismi çıktı, çünkü Yüce Allah celle celalühü Abdullahı sevmişti ve bu sevginin sebebi, O’nun mahbubunun sallallahu aleyhi vessellem babası olacak olmasıydı. Böyle olunca başka birinin ismi nasıl çıkabilirdi?
Nasıl ki Hazreti İbrahim’in en sevdiği oğlu Hazreti İsmail idiyse aynı şekilde Hazreti Abdulmuttalib’in de en sevdiği oğlu Abdullah idi. Bu sevginin birçok sebebi vardı, bir kere Abdullah en küçükleriydi ve anne babalar küçük çocukları daha fazla severler. Ayrıca şekli ve görünüşü de sevimliydi ve adet ve ahlakı da iyiydi. Bütün çocuklar arasında, her açıdan en iyi meziyetlere sahip olandı. İşte bu yüzden Hüda Teala onu seçti.
Hazret Abdulmuttalip sözünde kararlıydı fakat kalbinin durumunu anlatmak zordu. Bir baba nasıl olur da en fazla sevdiğini kurban edebilir? Fakat en fazla hayret veren, genç bir çocuk nasıl hiç itiraz etmeden, hiç ses çıkarmadan babasıyla birlikte kurban edilmeye yürüyor. Onda herhangi bir endişe, bir korku yok. Ne can derdi, ne sıkıntı hissi. O, bir kere bile babasını durdurmadı. Tam tersine mutlulukla yürüyordu. Fakat Yüce Allah celle celalühü hazret Abdulmuttalib’i durdurmak için tedbir aldı. Çünkü Yüce Allahın maksadı gerçekten bir insanın kurban edilmesi değildi. Tam tersine O’nun maksadı başka bir şey anlatmaktı.
Kureyş’in reislerinin haberi olunca hazret Abdulmuttalib’in kendi oğlunu kurban etmesine mani oldular. Bilge birisi ona tavsiyede bulundu; İnsan kurban etmek doğru değil, sen Abdullah’ın yerine on tane deve kurban et. O devirde bir insanın kan bedeli on deve idi.[5]
(Kan bedeli şuna denir: Eğer birisi, birini öldürürse usul olarak katil de öldürülür. Fakat öldürülenin akrabaları razı olduğu takdirde biraz para veya başka bir şey alarak katili affedebilirler.)
Abdullah’a karşılık on deve kurban etmek, hazret Abdulmuttalib’in hoşuna gitti. Fakat o yine de kura çekmek suretiyle Allaha celle celalühü sordu ki on deve mi kabul edilecek yoksa Abdullah mı? Kurada yine Abdullah’ın ismi çıktı. İnsanlar, develerin sayısını artırmasını tavsiye ettiler. Böylece on deve yirmiye çıkarıldı, yine Abdullah’ın ismi çıktı. Sonra otuz, kırk, fakat her seferinde Allahın sevdiği Abdullah oldu. Çünkü Allaha ait olanın kıymeti o kadar olamazdı, daha arttı daha arttı. Sonunda yüz deve oldu. Nihayet yüz deve ve Abdullah arasında kura çekilince yüz devenin ismi çıktı. Baba biraz teselli buldu fakat kalbi mutmain olmamıştı. Daha fazla teselli ve itminan için tekrar tekrar kura çekti. Her seferinde develer çıktı. Böylece Abdullah’ın bedeli olarak yüz deve kurban edildi. Denilir ki kurbangah develerle dolmuştu. İnsanlar zaten kurbandan haklarını aldılar. Hatta herhangi bir hayvana, kuşlara bile mani olunmadı, her biri bu mukaddes kurbanın etinden payını aldı.[6]
Böylece Yüce Allah celle celalühü dünyaya şunu anlattı; Kureyş’in Beni Haşim Hanedanının şehzadesi bu gün Benim için sevgilidir. İşte onun evladı Benim hatırım için her şeyini feda edecek. Bu yüzden o Benim’dir, Ben de onunum.
Orada şunu anlatmak ta gayelerden birisiydi ki, insanın değeri ve dereceleri şimdiden itibaren artmaya başlamıştır. O vakitten itibaren Araplar arasında insanın kan bedeli yüz deve olarak belirlendi.[7]
Güya, insanlığın azametinin, onurunun, insanlığın değer ve derecelerinin ilerleyeceği devir başlamak üzereydi. Hüda Teala dünyaya şunu anlattı; İsmail mahbub idi. Ben onu istedim, benim yolumda sunuldu. Fakat Ben insanı kurban ettirmem, bilakis onu denerim. Kim sınavdan başarıyla geçerse her şeyi onun hizmetine veririm.
Sonra İsmail’in evlatlarından Abdulmuttalib’i seçtim ve ona zemzem kuyusunu verdim, Mekke’nin reisliğini verdim, Kâbe’nin gözeticiliğini verdim, dünyevî zenginlik verdim, dileğine uygun olarak evlatlar verdim. Sonra da o çocuklar arasından Abdullah’ı seçtim. O da Allah celle celalühü yolunda kurban edilmek istendi. Fakat onu kurtararak insanlığın kıymetini artırdım. Hemen arkasından şu sırrın örtüsünü de kaldırdım; Mahbub kimdir? Kim Abdullah’ın ciğerparesi olacaksa Mahbub işte odur. Onu daimî olarak Kendim için seçtim. O, ezelden Benim idi, ebede kadar da Benim olarak kalacak. Yani, Muhammed sallellahu aleyhi vessellem. Onu tanıyın.
Dünyada çocuklara anne babalarından miras olarak para, gayrimenkul, fabrika, hayvan sürüsü gibi şeyler kalır. Altın, gümüş veya elmas madenleri kalır. Fakat Allahın mahbubuna sallellahu aleyhi vessellem verilen miras, bütün bu dünyevî miraslardan farklı ve bambaşkadır.
Dikkat edin! O dünyevî şeylerin aslı nedir? Hepsi cansızdır. Zamanla yok olacak olan cansız, ölü miras. Fakat Muhammed Mustafa’ya sallellahu aleyhi vessellem verilen miras, daima kalacak olan canlı mirastır. Yani atalarının atası vasıtasıyla gelen feda olma mirası. Hüda Tealanın yolunda kurban olmanın mirası. Ve bu mukaddes çocuk, kendi mirasını büyük bir özenle muhafaza etti. Onun en yüce örneklerini dünyaya gösterdi. Kendi evlatlarını feda etti. Zenginliği, mülkleri bol bol feda etti. Dostlarının, sevdiklerinin hislerini ve duygularını feda etti. Kendisine inananların, sevenlerin, feda olanların Allah yolunda gerçekten boğazlandığını gördü. Fakat “üf” bile demedi. Kendi durumu neydi? Kendi vücudunu, duygularını, hislerini, isteklerini, kendi nefsini yani her şeyini Mevla’sının rızası için feda etti. Kendinin hiçbir şeyi yoktu, ne varsa Hüda Teâlâ’nındı.
Benim Efendime sallellahu aleyhi vessellem verilen, ne kadar azim ve bereketli mirastır. Ve böyle kıymetli bir mirasa sahip olan çocuğun ne yüce şanı vardı ki o Arabistan’ın bütün çocuklarından daha sevgiliydi. Çok güzel adetleri vardı, dosdoğruydu o yüzden “Sadık” denildi. Emanetlere sahip çıkardı, o yüzden “Emin” denildi. O kadar ki Yüce Allah celle celalühü Kendi evini ona teslim etti. Kendi hükümlerini, Kendi talimatını yani Kuran-ı Kerim’i ona verdi ki ancak o bunlara sahip çıkabilirdi. Yüce Allah celle celalühü kendi, kudretini, kuvvetini, güçlerini Resulüllah’a sallellahu aleyhi vessellem aşikâr etti ve onun vasıtasıyla dünyaya da gösterdi.
Bu aynen şunun gibidir: Anne babalar için en fazla hangi çocuk sevimli, kıymetli olursa, hangisini en fazla severlerse, işte o çocuğa değerli şeylerini gösterirler, onları nerelere koyduklarını söylerler ve öyle bir çocuktan anne babanın gizlediği bir şey olmaz. Bütün iyi şeyleri öyle bir çocuğa vermek isterler.
Aynen böyle Yüce Allah da bütün kudretini Muhammed’e sallellahu aleyhi vessellem zahir etti. Bütün sevdiği şeylerin sorumluluğunu ona verdi. Bizim efendimize sallellahu aleyhi vessellem yaptığı muamele, Hüda Tealanın sevgisinin tarzıydı.
Ey Muhammed sallellahu aleyhi vessellem! Sana daima selam olsun! Ki, senin atalarının başlangıcı fedakârlıklarla olmuştu, nihai noktası bile fedakârlıkla oldu. Sana fedakârlığın gerçek şekli, miras olarak ulaştı. Sen, fedakârlıklar yapmanın yollarına vakıftın. Onun için fedakârlık bu gün de ancak senin adınla canlıdır. Bugün kim Hüda Teala için fedakarlık yapmak isterse, önce senin yolunda yürümesi gerekir.
Benim Mevlam! Bu pak vücuda binlerce İsmailler, Abdullahlar kurban olsun ki bu insanlığın azametinin nişanıdır.
Allahümme barik ve sellim ala Muhammedin ve ala ali Muhammedin inneke hamidün mecid.
Mukaddes Virsa, Büşra Davut, Lacna Imaillah Karaçi, Çev.: Osman Şeker
[1] Siret Hatemü’n Nebiyyin, sayfa 73, Hazret Sahipzade Mirza Beşir Ahmedra
[2] Saffat suresi, ayet 103
[3] Kurban yeri ile ilgili açıklama: Hacdan sonra hacılar, Mina’da kurban keserler. Bunun açıklanması iyi olur, çünkü kurban yeri Merve’dir ve şimdi Mina’da kurban kesilmektedir. Hazreti Resulüllah sallellahu aleyhi vessellem zamanında da kurban yeri Mina idi. Fakat Hazreti Resulüllah sallellahu aleyhi vessellem bizzat kendisi Merve tarafına işaret ederek buyurdu ki, “Burası kurbangahtır ve Mekke’nin bütün tepeleri ve vadileri kurbangahtır.” (Hazret İmam Malik, Kitabü’l Hac) Merve yerine Mina’da kurban kesmenin sebebi hacıların çokluğudur. Bu yüzden Mina da Kabe’nin sınırlarına dahil edilmiştir.
[4] İbni Sâd, Cilt 1, Bölüm Abdulmuttalib’in adağı
[5] İbni Sâd, Cilt 1, Bölüm Abdulmuttalib’in adağı
[6] İbni Hişam, Cilt 1
[7] İbni Sâd, Cilt 1, Bölüm Abdulmuttalib’in adağı


