Cihad Meselesi

Vadedilen Mesih’in aleyhisselam 4. Halifesi Mirza Tahir Ahmed Hazretleri’nin 15 Şubat 1985 Cuma günü Londra’nın Fazl Camiin’de verdiği Cuma hutbesi metnidir.

Kelime-i Şahadet, İstiaze ve Fatiha Suresi’ni okuduktan sonra Kur’an-ı Kerim’in şu ayetlerini (22:40-41) okudular:

(Bir sebep yokken) kendileri­ne karşı savaş açılanlara, zulüm edilmelerinden dolayı (savaşmaları için) izin ve­rilmiştir. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye gücü yetendir.اُذِنَ لِلَّذِیۡنَ یُقٰتَلُوۡنَ بِاَنَّہُمۡ ظُلِمُوۡاؕ وَاِنَّ اللّٰہَ عَلٰی نَصۡرِہِمۡ لَقَدِیۡرُ ۴۰﴾
Onlar, “Allah Rabbimizdir,” demelerinden dolayı, haksız yere evlerinden çıkarılanlardır. Eğer Allah, (bu kâfirlerden) bazılarının (kötülüklerini) diğerleriyle gidermeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çok anılan camiler alaşağı edilirlerdi. O’nun (dinine) yardım edene, Allah mutlaka yardım eder. Şüphesiz Al­lah, son derece güçlüdür (ve her şeyden de) üstündür.الَّذِیۡنَ اُخۡرِجُوۡا مِنۡ دِیَارِہِمۡ بِغَیۡرِ حَقٍّ اِلَّاۤ اَنۡ یَّقُوۡلُوۡا رَبُّنَا اللّٰہُؕ وَلَوۡلَا دَفۡعُ اللّٰہِ النَّاسَ بَعۡضَہُمۡ بِبَعۡضٍ لَّہُدِّمَتۡ صَوَامِعُ وَبِیَعٌ وَّصَلَوٰتٌ وَّمَسٰجِدُ یُذۡکَرُ فِیۡہَا اسۡمُ اللّٰہِ کَثِیۡرًاؕ وَلَیَنۡصُرَنَّ اللّٰہُ مَنۡ یَّنۡصُرُہٗؕ اِنَّ اللّٰہَ لَقَوِیٌّ عَزِیۡزٌ ۴۱﴾

Bu ayetleri okuduktan sonra Mirza Tahir Ahmed Hazretleri aleyhirrahmeh söze şöyle başladılar;

Pakistan Sıkıyönetim Hükümeti’nin yayınladığı resmi dergide Vadedilen Mesih ve Mehdi’ye aleyhisselam atfedilen önemli suçlamalardan birisi de, el-iyazü-billah, kendisinin İngilizlerin eliyle dikilmiş bir fidan olmasıdır. Güya Müslüman Ahmediye Cemaati, İngilizlerin kurdurduğu bir cemaatmiş! Geçen hutbemde bu suçlamanın bir yönü hakkında arkadaşlarıma bilgi vermiş ve değişik yönlerinden değişik kısımlarını aydınlatmıştım.

Bugün bu suçlamanın daha değişik yönlerini ele almak istiyorum. Bu suçlama ile alâka kurarak Vadedilen Mesih’in aleyhisselam Cihad’ı iptal ettiği söylenmiştir ve bunu ispat etmek için de şöyle bir delil uydurulmuştur: Güya kendisi İngiliz çıkarlarını korumak için İngilizler tarafından seçilmişti. Bu çıkarlardan bir tanesi de cihadı iptal etmekti. Pakistan Hükümeti’nin Cemaatimiz aleyhinde yayınladığı kitapçıklardaki iddiaya göre Vadedilen Mesih muhtelif yazılarında sık sık cihadı iptal ettiğinden bahsediyormuş. Böylece, kendisinin İngiliz çıkarlarını korumak gayesiyle İngilizler tarafından seçilmiş bir İngiliz temsilcisi olduğunun ispatlandığı ileri sürülmektedir. Bu delili daha yakından ve detaylı olarak incelemeliyiz ve aşağıdaki noktaları araştırmalıyız:

İlk olarak incelenmesi gereken nokta şudur: Eğer Vadedilen Mesih İngiliz çıkarları uğruna cihadı iptal ettiyse, acaba bu çıkarlar neydi ve kendi kişiliği vasıtasıyla nasıl tamamlanmış oldu?

İkincisi de: Vadedilen Mesih’in aleyhisselam cihadın iptalini ne durumda ilân ettiğidir? İngilizlerin gerçekten karşı karşıya bulunduğu tehlikeler ve onların siyasî arka plânı neydi?

İşte bu ve buna benzer birçok meseleyi zihnimde düşündüğüm gibi, Allah nasip ederse, teker teker aydınlatacağım. Bu konuda ilk olarak hatırlanması gereken nokta şudur: Eğer İngilizler gerçekten Vadedilen Mesih aleyhisselam vasıtasıyla cihadın iptalini ilân ettirmek ve Müslümanlar’ı cihad düşüncesinden uzaklaştırmak isteselerdi, bütün milleti can düşmanına çevirecek dinî iddiaları da kendisine yaptırmazlardı. Bir zamanlar bütün din bilginleri kendisini olağanüstü bir şekilde methetmekte, İslâm âleminde Resulüllah’ın sallallahu aleyhi vessellem vefatından sonra o güne kadar kendisi gibi başka bir İslâm mücahidinin ortaya çıkmadığını söylemekteydiler.

Her şeyi birden bire altüst eden bu iddiaları sonucu düşmanları bir yana, arkadaşları hatta akrabaları bile kendisine düşman kesildi. Bir gecede, bir tek iddiası neticesinde her şey öyle ters döndü ki bütün dünyada güya bir tek yandaşı bile kalmadı. Bütün dünyayı can düşmanına çevirecek bir iddia yaptırdıktan sonra İngilizler, Vadedilen Mesih’ten aleyhisselam ne bekleyebilirlerdi. Ondan sonra kendisi cihadı iptal etmek için seçilmektedir. Fakat az çok kendisiyle alâkası olan kişileri bile can düşmanına çevirecek olan iddialar kendisine yaptırılmaktadır. Bu gibi cahilane bir sözü ancak Müslüman Ahmediye Cemaati baş düşmanlarından olan birisi kabul edebilir. Dünyada hiçbir mantıklı insan bunu asla kabul edemez. Yani İngilizler:

  • Kendisinden, İsa’nın aleyhisselam ölmüş olduğu iddiasını ortaya atmasını isteyerek, kendi tanrılarını öldürmüş oldular.
  • Ümmetî Peygamber olduğunu iddia ettirerek bütün Müslümanlar’ı can düşmanına  çevirdiler.
  • Sih dininin kurucusu Baba Nanak ile ilgili (Müslüman olduğuna dair) propaganda yaptırarak, Pencap civarında yaşamakta olan bütün Sihler’i ona düşman ettirdiler.
  • Budistler hakkında kabul edemeyecekleri bir ilân yaptırdılar.
  • Bir dine inanan dünyanın bütün milletlerine meydan okumasını sağladılar ve onların hoşuna gitmeyen sözler söylettiler.

Herkese acı verecek sözler söyleyen, fakat aynı zamanda bütün dünya insanlarını yandaşlarına çevirmek ve düşüncelerini değiştirmek isteyen böyle bir iddiacı dünyada hiç görülmüş müdür? Peygamberler dışında bu şekilde ortaya çıkan başka kimseyi göremezsiniz. Kuran-ı Kerim tarihini incelediğimiz zaman şunu açık olarak görüyoruz ki birisi bütün dünyayı kendisine çevirmek ister. Mamafih onların hoşuna gitmeyen bir iddiada bulunur. Şu bir gerçektir ki, zamanın en acı iddiası daima şu olmuştur: “Allah beni göndermiştir ve ben Allah tarafındanım”  Böyle bir iddia neticesinde, düşmanlar bir yana, insanın kendi arkadaşları bile onu terk ederler. O yüzden İngilizlerin kendisine, muhaliflerinin kabul edemeyeceği bir iddia yaptırdığına, ondan sonra da cihadı iptal ettiğini ilân eder etmez bütün Müslümanlar’ın hemen sözünü kabul edeceğine ve İngiliz İmparatorluğu’nun bütün problemlerinin tamamen halledilmiş olacağına inanmak tamamen mantık dışıdır. Aklı başında bir insan bunu aslâ  kabul edemez.

Hindistan’da İngiliz Hakimiyeti Ve Politikasının Arka Plânı

İngilizlerin tehlikeli gördükleri mesele ve korktukları durum neydi? Biraz da o zamanki politik durumun arka plânını incelememiz gerekir. İngilizler Hindistan’a girip orada hakimiyet kurdukları zaman, Hindistan’daki Müslümanlar’ın durumları neydi? İngilizlerin korktuğu güçler nelerdi? Mesut Alem Nedevi o devir hakkında şöyle demektedir:

“O zaman Pencap’ta Sih üstünlüğü vardı. Müslüman kadınların namusları emniyette değildi. Müslümanlar’ın kanı mubah sayılıyordu. İnek kesmek yasaktı. Camiler ahır olarak kullanılmaktaydı. Kısacası zulüm ve haksızlıkların bir seli vardı ki “beş su”yun (Pencab’ın) Müslüman halkını götürmekteydi. Gözler her şeyi görmekteydi fakat amel ve hareket gücü felce uğramıştı.[1]

Bakınız, bütün Hindistan mevcut olmasına rağmen hareket güçleri felç halindeydi. Kuzeyden Güneye kadar yaşamakta olan Müslümanlar’a, kendi Müslüman kardeşlerinin kanının akıtılmasını reva görenlere karşı cihad ilân edebilmeleri nasip olmadı. Onların yanında inek kanı haram idi fakat Müslümanlar’ın kanı helâldi. Onların gözünde Müslüman kadınların namusunun hiçbir değeri yoktu. İşte o zaman o anaların, bacıların ve kızların namusunu korumak için hiçbir Müslüman el uzanmadı. O zaman onları bu durumdan kim kurtardı? Onları kurtaran işte İngiliz İmparatorluğuydu. İngilizler gelince Müslümanlar rahat ettiler. İngilizler, durum böyle iken neden Delhi’de hükümet kurarak eğlenceye dalmış olan Müslümanlar’dan korksunlar ki? Bütün Hindu derebeylikleri bağımsızlığa kavuşmuştu. Her tarafta zulme maruz kalan Müslümanlar, kendilerini bile korumaktan âciz idiler. Hiç güçleri kalmamıştı. “East İndia Company” adlı ticarî bir şirket bile tek başına onlardan hükümet yetkisini gaspetmişti. İngilizler acaba onlardan mı korkuyor, bu zayıf Müslümanlar bizi mahvedip yok edecekler mi diyorlardır?

Sonra o cihatta ne mantık olacaktı?  Biraz düşünmeniz lâzım. İngilizler geldiler ve Müslümanlar’ı Sih zulmünden kurtardılar. Ondan sonra diyorsunuz ki “Bizi Sih zulmünden  niye kurtardınız” diye Müslümanlar birden ayaklanmalıydılar ve sizi artık cezalandıracağız diyerek İngilizler aleyhinde isyan etmeliydiler.

Sizin cihad düşünceniz bu mudur? Biraz mantıklı olun ve aklınızı başınıza toplayın. Ne iddialarda bulunuyorsunuz? Dünyaya hangi yüzünüzü göstereceksiniz? İddialarımız budur; “Sih zulmünden bizi kurtaran İngilizlere karşı cihad etmek istiyorduk. Ancak İngilizler, bize düşman olan bir ajanları vasıtasıyla cihadın iptal edildiğini  ilân ettikleri için biz İngilizlere karşı cihadı başlatamadık” mı diyeceksiniz? Böyle mantık dışı sözlerinizi kim kabul edecektir?

Cihadın Yanlış Düşüncesine Karşı Yükselen Bir Ses

Bu problemin üçüncü yönü şudur: Vadedilen Mesih aleyhisselam acaba hangi cihadın haram veya yasak olduğunu açıklamıştır. Cihad birkaç çeşittir:

  • Kılıçla yapılan cihad
  • Vaktini din uğruna feda etmek suretiyle yapılan cihad
  • İslâmiyet’i yayma cihadı vs. vs.

Bu çok geniş bir konudur. Vadedilen Mesih aleyhisselam acaba hangi cihadın yasak olduğunu açıkladı? İslâmî cihadı mı yasak ilân etti yoksa halkın cihad hakkındaki yanlış düşüncelerinin yasak olduğunu mu açıkladı? Bunu kendi lisanından öğrenelim ve neyi yasak neyi caiz olarak açıkladığını görelim. Size Vadedilen Mesih’in aleyhisselam bir yazısını okumadan önce, içinde zikredilmiş olan papaz hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Vadedilen Mesih aleyhisselam zamanında papazlar, (özellikle İslâmiyet’ten vazgeçip Hıristiyanlığı kabul edenler) çok şiddetli bir şekilde İslâm’a saldırmakta, İslâm kılıçla cihad etmeyi emrediyor diye propaganda yapmaktaydılar. Diğer yönden İngiliz Hükümeti’ni de, Müslümanlar’ı ezip geçmeleri ve tekrar dirilmek için aralarında hiçbir kuvvet bırakmamaları konusunda uyarmaktaydılar. O devirde Hıristiyan papazlar çok şiddetli bir şekilde İngilizleri, Müslümanlar’a karşı, cihad inançları yüzünden kışkırtmaktaydılar. Gerçi İngiliz iktidarından sonra zavallı Müslümanlar’ın tekrar dirilme istekleri yok olmuştu. Onların durumunu size anlatırsam hayret edersiniz. Onlar ne düşünmekteydiler? Öğrenirseniz hayretten parmaklarınızı ısırırsınız. Fakat yine de papazlar tek yönlü olarak İslâm’a saldırmaktaydılar. Bu da onların İslâm düşmanlığını ispat etmekteydi. Onlar bu bahaneyle Hindistan’da Müslümanlar’ı ezmek ve Hindulardan yana çıkmak ve onları güçlendirmek istemekteydiler. Hindular bile, sık sık İngilizleri kışkırtmakta, asıl tehlikenin Müslümanlardan gelebileceğini ileri sürerek zaten ezilmiş olan bu zavallıları daha da ezip mahvetmeleri ve aralarında tekrar uyanma hevesi bırakmamaları gerektiğini ileri sürmekteydiler. Daha önce de ima edilen, Agara Camii’nin eski imamı ve vaizi İmadüddin adlı papazın bu gibi suçlamalarını cevaplayarak Vadedilen Mesih aleyhisselam şöyle diyor:

“O eleştirici, İslâm cihadından bahsetmiş, Kuran’ın bir şart gözetmeden cihada teşvik ettiğini sanmıştır. Bundan daha büyük bir yalan ve iftira yoktur. Kuran-ı Kerim’de Allah ancak, kullarının Kendisine iman etmelerine mani olan ve böylece dine karışan kimselerle savaşmayı emreder. O, insanların Allah’ın celle celalühü buyruklarına uymalarını ve O’na ibadet etmelerini yasaklayanlarla,  aynı şekilde sebepsiz olarak Müslümanlarla savaşan ve müminleri evlerinden ve yurtlarından çıkaran; Allah’ın celle celalühü kullarını zorla kendi dinlerine çekmek isteyen; İslâm dinini yok etmek isteyen ve insanların Müslüman olmalarına mani olan kimselerle savaşmayı emreder. Allah’ın gazabına uğrayanlar da işte onlardır… Vazgeçmedikleri takdirde müminlerin onlarla savaşmaları lâzımdır.”[2]

Vadedilen Mesih’in aleyhisselam “Cihad İptali” işte budur. Biraz daha dinleyiniz. Neyi yasak etti ve neye karşı cihad bayrağını açtı? Bir takım cahil ulema ve papazların yanlış düşüncelerine karşı sesini yükseltti. Bu din âlimlerinin yanlış cihad   düşünceleri İslâmiyet’e zarar vermekteydi. Çünkü bu çeşit hocaların zaten savaşabilecek güçleri yoktu. Bunun yanında zarara girme tehlikeleri çoktu ve tehlike her tarafı sarmıştı. Vadedilen Mesih aleyhisselam bakınız ne demektedir:

“(Sahabeler) ne kadar doğru kimselerdi. İçlerinde peygamber ruhu vardı.  Allah onlara Mekke’de, paramparça edildikleri halde bile kötülüğe karşılık vermemelerini emrettiği zaman onlar, bu emirden sonra, süt çocukları gibi güçsüz ve zayıf bir durumu benimsediler. Ne ellerinde güç ne de kollarında takat vardı. Bazılarının ayakları sıkı sıkıya iki deveye bağlanarak develer ters istikâmetlere doğru koşturuldu. Onlar böylece  turp yahut “Muli”[3] gibi ikiye bölünerek öldürüldüler.     Fakat ne kadar acıdır ki Müslümanlar, özellikle din bilginleri, bütün o hadiseleri unuttular ve artık bütün dünyayı av olarak görmektedirler. Bir avcının bir korulukta sinsice bir ceylana yaklaşarak, fırsat kollayıp tüfeğiyle onu vurduğu gibi, hocaların çoğu da aynı şekilde hareket etmektedir. Hümanistlik dersinden bir tek harf bile okumamışlardır. Onların fikrince hiçbir sebep yokken, habersiz bir insana tabanca yahut tüfek ile saldırmak İslâm’dır!.. Ashab-ı Kiram gibi dayak yiyip sabreden insan nerede? Acaba Allah bize, hiç bilmediğimiz ve tanımadığımız birisini elimizde suçlu olduğuna dair hiçbir delil yokken, gafil avlayalım ve onu bıçakla doğrayalım yahut tüfekle öldürelim diye emretmiş midir? Acaba Allah’ın celle celalühü günahsız, suçsuz, İslâm dini hakkında tam olarak ikna edilememiş kullarını öldürün; böylece cennet’e gireceksiniz diye emreden bir din Allah celle celalühü tarafından olabilir mi? Eskiden beri bir düşmanlığımız bulunmayan hatta belki de hiç tanımadığımız birisine, çocukları için birşeyler satın alırken yahut başka bir meşru işiyle meşgulken sebepsiz olarak, kendisiyle bir ilgimiz yokken, tabancayla ateş ederek birdenbire karısını dul, çocuklarını yetim ve evini de bir matem yerine çevirmemiz yazık ve utanç verici değil midir? Hangi Hadis’te yahut hangi ayette böyle yazılıdır. Bu soruya cevap verebilecek bir din adamı var mıdır? Ey cahiller! Siz yalnız cihad adını duymuşsunuz ve onunla nefsanî amaçlarınızı yerine getirmek istemişsinizdir.”[4]

Kılıç Cihadının Şartları Eksik

Vadedilen Mesih’in aleyhisselam yasak olduğunu açıkladığı cihad işte budur. Bugün bile ona caiz diyen bir hoca var mıdır?  Demek ki yanlış suçlamalar yapmaktasınız. Vadedilen Mesih’in aleyhisselam yasak olduğunu bildirdiği, muhaliflerinin kendi düşünceleriydi. Ancak onların bu düşünceleri şimdi su yüzüne çıkmaktadır. O zaman onlar gizli kapaklı konuşuyorlardı. İngiliz Hükümeti’ne gelince, onlar Vadedilen Mesih’in aleyhisselam açıkladığı cihad düşüncesinin aynısını ona açıklarlardı. Biraz sonra size bu konuda bazı yazılar okuyacağım. Vadedilen Mesih’in aleyhisselam ne gibi muhaliflerle karşı karşıya bulunduğunu işte o zaman anlarsınız. Allah celle celalühü kullarını rastgele seçip onları sevmez. Aksine O, onları çok şiddetli acılar ve musibetlerle dener. Onlar büyük zalimlerle karşılaşırlar ve sabrederler. Ancak o zaman onlar Allah katında mukaddes ve temiz kimseler olarak kabul görürler ve Allah’ın celle celalühü sevdiği insanlardan sayılırlar. Vadedilen Mesih aleyhisselam şöyle demiştir:

“Kılıç cihadının şartları bulunmadığından dolayı bugünlerde kılıç cihadı yoktur.”

Daha sonra o şöyle der:

 “Bize, kâfirlerin bize karşı hazırlandıkları gibi hazırlanmamız ve onların bize davrandıkları gibi bizim de aynı şekilde onlara davranmamız, bize kılıç çekmedikçe bizim de onlara kılıç çekmememiz emredilmiştir.”[5]

Yine Vadedilen Mesih, Mir Nasir Nüvvab’a yazdığı mektubunda şöyle demiştir:

“Bugünlerde cihad ruhanî renge girmiştir ve bugünlerde cihad ancak İslâm talimatını yükseltmeye çalışmak demektir.”[6]

Kısacası Vadedilen Mesih yalnız, ulemanın uydurdukları cihad düşüncesini iptal etmiştir. Cihad şartları tamamlandıkça cihad etmek yasaktır. Aslında bu da cihadın yalnız bir şeklidir ve şartları bulunmadığından dolayı yasaktır.

İslâmiyet’i Yayma Cihadı

Cihadın daha geniş anlamına gelince, kendi zatında cihad hiçbir zaman iptal olamaz. Cihad her durumda mutlaka daima varolacaktır ve her müminin eda edebileceği herhangi bir şekli mutlaka bulunacaktır.  Vadedilen Mesih’in aleyhisselam dediği gibi:

“İslâmiyet’i yüceltmeye çalışınız. Muhaliflerin dinî suçlamalarını cevaplandırınız. Güzel bir din olan İslâm’ın güzelliklerini dünyaya ispat ediniz. Allah celle celalühü başka bir durumu dünyaya göstermedikçe cihad işte budur.”[7]

Yani cihadın bu şekli sonsuza kadar değildir. “Başka durum”un anlamı şudur ki İslâm düşmanı, din aleyhinde zorlamaya baş vurursa, o zaman siz de cevaben ona karşı savaşabilirsiniz. Fakat böyle bir durum ortaya çıkmadıkça, cihadın önünüzde bulunan diğer şekillerine başvurmalısınız. Vadedilen Mesih aleyhisselam yine başka bir yazısında şöyle demektedir:

“Bundan sonra artık kılıçla yapılan cihad sona ermiştir. (Her çeşit cihad sona ermiştir demiyor; Yalnız kılıçla yapılan cihad sona ermiştir diyor. Sebebini ise zaten daha önce açıklamıştır.) Fakat nefislerinizi pak etme cihadı bakidir. Ben bu sözü kendi tarafımdan söylemedim. Allah’ın da istediği odur. Sahih-i Buharî hadis kitabında rivayet edilen Vadedilen Mesih hakkındaki hadisi düşünün. Bu hadis şöyledir: “Yede-ül Harb” yani Mesih gelince din uğruna yapılan savaşları sona erdirecektir.”[8]

Cihad İle İlgili Kur’an Talimatına Ters Düşünceler

Demin bahsedilen hadis Resulüllah’a sallellahu aleyhi vesellem aittir. Vadedilen Mesih başka bir yazısında şöyle demektedir:

“Bana öğretilen ikinci usul, bazı cahil Müslümanlar arasında şöhret bulmuş olan cihadın yanlış düşüncesini ıslâh etmektir. Bugün cihad olarak kabul edilen hareketlerin Kur’an talimatına ters düştüğünü Allah celle celalühü bana anlatmıştır. Evet, Kur’an-ı Kerim’de savaş emredilmiş idi. Savaşla ilgili o Kur’an emri, Musa’nın aleyhisselam savaşlarından daha mantıklı ve Yuşa bin Nun Peygamber’in savaşlarından daha hoş idi. Onun dayandığı nokta, yalnız şuydu: Müslümanlar’ı öldürmek için haksız olarak kılıç kaldıran ve haksız olarak kan akıtan ve zulümlerini son haddine erdirenler kılıçlarla katledilsin.”[9]

Hutbenin başında okuduğum ayet-i Kerimelerde zikredilen Kur’an talimatının hülasası ve özü işte budur. Bu sözlerden birisinin batıl olduğunu ispat edebilen ve neresine itiraz edilebileceğini bugün bile açıklayabilen bir din bilgini var mıdır? Bile bile Vadedilen Mesih’e aleyhisselam uydurma ve yalan bir söz intisap ettiriyorlar ve kitaplarını okumuş oldukları halde, bütün bu detaylarını gizliyorlar. Güya İngilizler, Vadedilen Mesih’i aleyhisselam cihadın iptali için seçmiş; kendisi olmasaymış İngilizler mahvolacaklarmış. Vadedilen Mesih, Müslümanlar’ı cihaddan vazgeçirmeseymiş onlar İngiliz İmparatorluğu’nu mahvedeceklermiş!!!

İngilizler’le Savaşanlar Müfsid Ve Hain!

Bugün bizi suçlamakta olan ulemanın durumunu dinleyiniz. O devirde yukarıda zikredilen talimatı gizli olarak Müslümanlar arasında yaydıklarına şüphe yoktur. Onlar dünyanın karşısına başka türlü çıkmakta, İngiliz Hükümeti’ne kendi inançları hakkında başka türlü bilgi vermekteydiler. İngilizlere karşı bu hocaların inançları tamamen değişik olarak ortaya çıkmaktaydı. Vadedilen Mesih’in aleyhisselam baş düşmanı ve cihad konusunda en fazla itiraz edici olan Muhammed Hüseyin Batalavî bakın ne demektedir: “İngilizler’e karşı başlatılan 1857 isyanına karışan Müslümanlar, çok günahkâr ve Kuran ile Hadis’in hükmüne göre hain ve kötü karakterli idiler… İngiliz Hükümetiyle savaşmak yahut onunla savaşanlara (velev ki Müslüman olsun) bir şekilde yardım etmek, açık bir hıyanettir ve yasaktır.”[10]

Yine başka bir yerde o, şöyle demektedir:

“Bu delillerle açıkça ispat edildiği gibi Hindistan memleketi, Hıristiyan bir saltanatın idaresi altında olmasına  rağmen “Dar-ül İslâm” (İslâm memleketi)’dir. İster Arap olsun ister Acem, ister Sudan’lı Mehdi olsun ister İran şahı yahut Horasan Amiri olsun, hiçbir kralın bu saltanata din uğruna saldırması aslâ caiz değildir.”[11]

Yine memleket içinde yaşayanlara, zamanın padişahına itaat etmek ve işbaşındaki hükümetin emirlerine uymak zaten farzdır. Fakat Muhammed Hüseyin Batalavî adlı bu hoca diğer ülkeler için bile fetva vermekte ve şöyle demektedir: Sizler ki İngiliz iktidarı dışında olursunuz.

Daha sonra şöyle ilave etmektedir:

“İslâm ehline, Hindistan uğruna İngiliz Hükümeti’ne muhalefet etmek ve isyan çıkarmak haramdır.”[12]

“Bu çağda şer’î cihadın hiçbir şekli yoktur. Çünkü şu anda Müslümanlar’ın imamlık şartı ve sıfatlarına uygun bir imamları mevcut değildir. Ayrıca Müslümanlar arasında düşmanlarına üstün çıkabilecekleri bir birlik ve beraberlik bile bulunmamaktadır.”[13]

Peki öyleyse bugün öyle bir imam var mıdır? İslâm’da imam olabilmek için (General Ziya-ül Hak gibi) dikta rejimi ve askeri idare mi lâzım? Allah celle celalühü İslâmiyet içerisinde ne zaman askeri idareler vasıtasıyla imam seçtirmiştir?

Hindistan’ın önde gelen liderlerinden olan tanınmış bir ilim adamı Sir Seyyid Ahmed Han, İngilizlere karşı başlatılan 1857’deki savaşa katılanlar hakkında şöyle demiştir:

“Onların hepsi günah işleyen birer piçtir. İslâmiyet’le hiçbir alâkaları yoktur.”[14]

Keza, Ehl-i Sünnet Barelevî Cemaati’nin İmamı Seyyid Ahmed Riza Han da şöyle demiştir:

“Hindistan “Dar-ül İslâm””dır. Ona “Dar-ül Harp” demek  aslâ doğru değildir.”[15]

İngilizlere Karşı Cihad Yapmamanın Şer’î Sebebi

Bizzat cihad yapmış olan ve Sihler’e karşı cihad başlatmak gayesiyle Serhad eyaletine gitmiş olan Seyyid Ahmed Barelevî Şehit Hazretleri, mukaddes ve kutsal kalpli bir insandı. O, Müslümanların namusunun değerini biliyordu. Fakat İngiliz Hükümeti’ne gelince o, bu hükümet hakkında ne düşünüyordu? Bu konuda biyografisini yazmış olan Muhammed Cafer Tanesari şöyle demiştir:

“Soru soranlardan biri S. A. Barelevî Hazretlerin’e: İslâmiyet’i doğru bir din olarak kabul etmeyen ve Hindistan’a hakim olan İngilizlere karşı cihad ederek neden bu memleketi bağımsızlığa kavuşturmuyorsunuz? diye sordu. Kendileri bu soruya şöyle cevap verdiler: İngiliz Hükümeti İslâmiyet’i kabul etmemesine rağmen Müslümanlara zulüm etmemekte, haksızlığa başvurmamakta, dinî vecibelerine ve ibadetlerine mani olmamaktadır. Biz onların memleketinde açıkça vazetmekte ve dinimizi yaymaktayız. Fakat İngiliz Hükümeti hiçbir zaman buna karışmamaktadır. Bizim esas görevimiz Allah’ın celle celalühü birliğini yaymak ve Seyyid-ül Mürselin’in sallallahu aleyhi vessellem sünnetlerini ihya etmektir. İşte bu memlekette biz bu görevi rahatça ve serbestçe yapmaktayız. Öyleyse İngiliz Hükümeti’ne karşı ne sebepten dolayı cihad edelim ve niçin İslâm talimatına aykırı davranarak her iki tarafın kanını akıtalım.

Bunun üzerine soru soran kişi böyle güzel ve doğru cevabı dinleyerek cihadın gerçek amacını anladı ve sustu.”[16]

Allame Şibli Numani şöyle demektedir:

“Resulüllah’ın sallallahu aleyhi vessellem güzel devrinden bugüne dek, Müslümanlar daima idaresi altında bulundukları hükümete vefakâr ve bağlı kalmışlardır. Bu yalnız kendi hareket tarzları değildi; ayrıca dinlerinin de talimatı buydu. Bu talim, Kuran-ı Kerim, Hadis, Fıkıh hepsinde kinayeten ve sarahaten mezkurdur.”[17]

Hoca Hasan Nizami şöyle der:

“Bizde cihad meselesini çocuklar bile bilirler. Onlar, kâfirler dinî işlere karışınca, elinde bütün savaş malzemeleri bulunan adil bir imam savaş fetvası verirse her Müslüman’a savaşa katılmanın vacip olacağını bilirler. Yalnız, İngilizler dinî işlerimize karışmadıkları gibi, zulüm olarak tabir edilebilen bir aşırılık da etmemektedirler. Elimizde savaş malzemesi de mevcut değildir. Bu durumda biz kesinlikle hiçbir kışkırtmacıya kulak asmayız ve canlarımızı tehlikeye atmayız.”[18]

Müslüman Liderleri Ve İngilizler

Müslüman Ahmediye Cemaatinin çağdaş düşmanlarından bir kısmı da doğruyu kabul etmeye mecbur olmuşlardır. Meselâ Malik Muhammed Cafer adlı bir avukat bu konuda bir kitap hazırlamıştır. O şöyle demiştir:

“Mirza Gulam Ahmed’in zamanında, Muhammed Hüseyin Batalavî, Pir Mihr Ali Şah, Mevlevi Sanaüllah ve Sir Seyyid Ahmed Han gibi en tanınmış muhalifleri bile en az onun kadar İngilizlere bağlıydılar. Zaten bu sebepten dolayıdır ki o devirde Mirza Bey aleyhinde yazılan kitaplarda, onun kendi talimatında İngiliz köleliğini telkin ettiği belirtilmemiştir.”[19]

Kısacası bazı muhaliflerimiz bile Müslüman ulemalarının iki devir yaşadıklarını kabul etmiştir. Birisi İngiliz iktidarı devri, ikincisi de daha sonraki devirdir. Vadedilen Mesih aleyhisselam zamanında onlar başka türlü söylerlerdi. Yani o zaman bütün din adamları cihad ile ilgili olarak, onun ileri sürdüğü talimatın aynısını savunurlardı. Ne var ki bugün onların düşünceleri tamamen değişmiş, Doğu’dan Batı’ya tersine dönmüştür.

Hindistan’ın Dar-ül İslâm Olduğuna Dair Fetvalar

Müslüman Ahmediye Cemaati baş düşmanlarından Şureş Keşmirî bile şunu kabul etmeye mecbur olmuştur:

“Mekke müftüleri: Abdullah Şeyh Ömer Oğlu Cemal Din (Hanefî) Zihni Oğlu (Şafi’i) ve İbrahim Oğlu Hüseyin (Maliki)’den de fetvalar alındı ve bu fetvalar vasıtasıyla Hindistan’ın “Dar-ül İslâm” olduğu ilân edildi.”[20]

“Hakikat-i Cihad” adlı bir kitap yazmış olan Mevdudi, bu kitapta; ayrıca başka yazılarında, cihad hakkında, hiç aklı başında bir Müslüman’ın kabul edemeyeceği ve Resulüllah’ın da sallallahu aleyhi vessellem böyle zalimane düşünceleri ileri sürmeyeceği talimatlar ileri sürmüştür. Bugün cihad hakkında en müteşeddidane ve sert düşüncelere sahip Mevdudi’nin partisidir. İşte bakın Mevdudi, Sud (Faiz) adlı kitabının birinci cildinde ne demektedir:

“İngiliz Hükümeti Hindistan’da İslâm Saltanatını yok etmek istediği zaman Hindistan “Dar-ül Harp” idi. O zaman İslâm Saltanatını savunmak amacıyla can vermek, başaramadıkları takdirde oradan hicret edip gitmek bütün Müslümanlara farzdı. Yalnız Müslümanlar yenildikten ve İngiliz Hükümeti yerleştikten sonra, ayrıca Müslümanlar da kişisel hukuk (Personal Law) hürriyetine kavuşarak orada barınmayı kabul ettikten sonra artık bu ülke “Dar-ül Harp” olmaktan çıktı.”[21]

Mevdudi “Dar-ül İslâm” demiyor, “Dar-ül Harp” diyor. İşte aynı şeyi Müslüman Ahmediye Cemaati de savunmaktadır. Yani birisi size saldırdığı zaman onunla çarpışın. Namuslarınızı, mallarınızı ve dininizi muhafaza edin. Çocuklarınız ölüp yok oluncaya kadar silâhı bırakmayın. “Dar-ül Harp”’te her çeşit öz savunma İslâmî cihada girer.

Suudi Arabistan eski kralı Celâlet-ül Melik Faysal H.1385 yılında Hac münasebetiyle Mekke Rabıta-tül Âlem-il İslâmî’nin toplantısında şöyle demiştir:

“Saygıdeğer kardeşlerim! Hepiniz Allah yolunda cihad etmek gayesiyle çağrılmışsınız. Cihad ancak tüfek kaldırmak yahut kılıç sallamak demek değildir. Aksine cihad insanları Allah’ın celle celalühü kitabına ve Resulüllah’ın sallallahu aleyhi vessellem sünnetine davet etmek, onlara uymak ve her çeşit zorluklara dert ve ızdıraplara rağmen kuvvetli bir şekilde onlara bağlı kalmak demektir.”[22]

Daha sonra o şöyle demektedir:

“(Gayr-i Müslim hükümetlerin idaresi altında bulunan Müslümanlara) vacip olan, din hizmetini eda etmeleri ve Allah’ın celle celalühü emirlerine uymalarıdır. Biz onlara kendi hükümetleri aleyhinde ayaklanmalarını tavsiye etmeyiz. Yalnız kendi aralarında, kendi inanç ve niyetlerine göre Allah’ın celle celalühü kitabını ve Resulüllah’ın sallallahu aleyhi vessellem sünnetini hakem (kadı) olarak kabul etmelidirler. Kendilerine asayiş bağışlayan hükümetlerle iyi geçinmelidirler. Kendi ülkelerindeki düzeni bozan bir anarşist olmamaları lâzımdır.”[23]

Öyleyse Vadedilen Mesih’i aleyhisselam, cihad kabul etmiyor hatta cihadı iptal ediyor ve el-iyazü-billah İngilizlere yağ çekiyor ve onlar uğruna fesat yaratıyor diyerek suçlayan ulema nerededir? Vadedilen Mesih’in aleyhisselam o gün söylediği sözlerin aynısını çağdaş din adamları da söylemekteydiler. Vadedilen Mesih aleyhisselam, yabancılara söylediği sözün aynısını yandaşlarına da söylüyordu. İngilizlere söylediğinin aynısını kendi Cemaati’ne de bildiriyordu. Kendi zatında ve cemaatinde iki yüzlülük ve münafıklık yoktu. İlan ettiği cihadı zaten yapmaktaydı. Cihadın bu düşüncesi için yalnız lafla değil, hayatı boyunca canla başla mücadele etti ve Cemaati’ne de aynısını telkin etti.

Vadedilen Mesih’e aleyhisselam atfedilen bir suçlama da Kraliçe Victoria’yı övmesi ve bir rahmet sebebi olduğunu bildirmesidir. Şimdi bu ulema arasında Kraliçe’ye İslâmiyet’i telkin etmiş olan birisi var mıdır? Fakat Vadedilen Mesih aleyhisselam büyük bir cesaretle Hıristiyanlığı tenkit etti ve onun batıl ve ölü bir din olduğunu savunarak zamanın kraliçesini İslâmiyet’i kabul etmeye davet etti. O zaman Kraliçe’nin imparatorluğu üzerinde güneş batmazdı. Vadedilen Mesih aleyhisselam bir taraftan Kraliçe’nin Hükümeti’ni övdü. Diğer taraftan da açıkça onu İslâm’a çağırdı.

Diğer din adamlarının karakterine de bir bakınız. Onlar Hindistan’a “Dar-ül İslâm” diyorlardı.  Lâkin Vadedilen Mesih’in aleyhisselam arif billah (Rabbi’ni Tanıyan) gözü onu hiçbir zaman “Dar-ül İslâm” olarak görmedi. Aksine “Dar-ül Harp” bildi. Çünkü o, cihadın gerçek irfanına sahipti ve cihadın anlamını biliyordu. Çünkü her nerede cihad vacip olursa orası “Dar-ül İslâm” değil, ““Dar-ül Harp””tır. Yalnız hangi manada? Kendisi bu soruyu şöyle cevaplandırmıştır:

“Burası ““Dar-ül Harp”tır. Papazlara karşı rahat rahat oturmamalıyız. Yalnız bizim harbimiz de onlar gibi olsun. Onlar hangi silâhlarla meydana çıktılarsa aynı çeşit silâhları biz de ellerimize almalıyız. İşte o silâh kalemdir. Zaten bu sebepten dolayıdır ki Allah bu âcize “Sultan-ül Kalem” (Kalemle hükmeden) ve kalemime de “Zülfikar” ismini vermiştir. Bundaki sır şudur: “Bu cenk ve savaş çağı değildir. Aksine bu kalem çağıdır.”[24]

Aynı şekilde o, Kraliçe Viktoriya’ya şöyle demiştir:

“Ey saygıdeğer Kraliçe! Kemal-i fazilet, ilim ve ferasetine rağmen İslâm dinini kabul etmediğine hayret ediyorum. Sen saltanat işlerini yürüttüğün gibi aynı feraset ve aynı gözle neden İslâmiyet’i incelemiyorsun? Zifiri karanlıktan sonra artık tekrar güneş doğmuştur. Bunu görmüyor musun? Allah yardımcın olsun! Bil ki İslâm dini nurlardan oluşmuştur. O, nehirlerin doğup aktığı pınardır; meyveli bir bostandır. Bütün dinler onun bir parçasıdırlar. Sen bu güzelliği gör ve bundan bolca rızıklandırılanlardan ve bahçelerinden istifade edenlerden ol. Hiç şüphesiz ancak bu din diridir; bereketlerle dolu olup mucizeler göstermektedir. O iyi işleri emreder ve kötü işlerden vazgeçirir. Ona karşı duran yahut emrine uymayan muradına erişemez.

Ey saygıdeğer kraliçe! Dünya nimetleri bakımından Allah’ın sana büyük bir lütfu vardır. Sen artık ahiret krallığıyla da ilgilen ve tövbe et; doğurulmuş olmayan ve krallıkta da hiç bir ortağı bulunmayan Tek ve Bir Allah’a celle celalühü boyun eğ. Sen onun yüceliğini beyan et. O’nun dışında da, hiçbir şeyi yaratamayan ve kendi yaratılmış olanları tanrı olarak mı kabul ediyorsunuz? Eğer bir şüphen varsa bana gel. Sana O’nun doğruluğuna dair mucizeler göstereyim. O her halükârda benimle birliktedir. Ben O’nu çağırdığım zaman O, çağrıma cevap vermektedir ve O’nu yardıma çağırdığım zaman daima yardıma gelir. O’ndan yardım talep ettiğim zaman bana yardımcı olur. Ben, O’nun her yerde bana yardımcı olacağına ve beni zayi etmeyeceğine inanıyorum. Hesap gününden korktuğun için benim mucizelerimi ve doğruluğumun kanıtını görmek ister misin? Ey Kraliçe! Tövbe et; tövbe et; ve kulak ver ki Allah malına ve sahip olduğun her şeye bereket versin ve Allah’ın celle celalühü rahmet gözüyle baktığı insanlardan olasın.”[25]

Şimdi bu bir yağcının konuşma tarzı mıdır? Siz yağcı değil idiyseniz size bu konuşma tarzı niçin nasip olmadı?

Vadedilen Mesih’in Yaptığı İslâmî Cihadın İtirafı

Vadedilen Mesih’in aleyhisselam sözü ve cihad düşüncesi ve ona bağlı kalması işte budur. Çağdaş din bilgininin hiç birinin Kraliçe’ye yağ çekmek dışında başka türlü hitap ettiğini duyamazsınız. “Tövbe et” kelimeleri o devirdeki bir saltanat için bomba niteliğini taşımaktaydı. Bu çok yüce bir kelâmdır. Kraliçe Victoria açık bir şekilde İslâmiyet’e davet edilmiştir. Batıl bir dinden tövbe etmeye ve İslâm’a çağırılmıştır. İşte gerçek cihad budur. Vadedilen Mesih aleyhisselam cihadın bu ruhunu anladığı için Cemaati’ne bitmeyen bir cihad yolunu göstermiştir. Bizim geceyle gündüzümüz, her anımız cihad olmuştur. Pakistan’ın tanınmış tarih yazarı Şeyh Muhammed Ekrem Bey, bunu hissederek şöyle demiştir.

“Şu gerçeği, dünya Müslümanlar’ı arasından ilk önce Ahmedi Müslümanlar kavramışlardır: Gerçi bugün İslâm siyasî bakımdan zeval halinde ise de, yine de Hıristiyan ülkelerde propaganda faaliyetleri serbest olduğundan, Müslümanların ellerine din tarihinde yeni olan bir fırsat geçmiştir ve biz bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeliyiz.”[26]

“Müslümanlar genelde cihad bisseyf (kılıç ile cihad) inancına hayalî olarak inanmaktadırlar. Onlar ne gerçek olarak cihada katılırlar ne de İslâmiyet’i yayma cihadını dinî vecibe olarak kabul ederler ve onlar bu işte bir hayli başarıya(!) ulaşmışlardır.”[27]

Mevdudi’nin Cihad Düşüncesi

Sonunda size Vadedilen Mesih’in aleyhisselam cihad düşüncesiyle, Mevdudi’nin cihad düşüncesi arasında bir mukayese yapmak istiyorum. Ulemanın iki tane cihad düşüncesi olduğu bellidir. İngiliz Hükümeti zamanında söyledikleri başkaydı. İngiliz Hükümeti sona erdikten sonra söyledikleri başka türlüdür. Demek ki onların iki tane terazileri vardır. Onlar, namuslu bir Müslüman’ı eziyete boğan bir cihad düşüncesini Resulüllah’a sallallahu aleyhi vessellem intisap ettirirler. Onların cihad düşüncesi sinir bozucudur. Vadedilen Mesih’e aleyhisselam itiraz edenler arasında ve kendisini suçlamak konusunda Mevdudi’nin Cemaati ilk başta gelir. Mevdudi’nin cihad düşüncesini size sunmadan önce Gayr-i Müslim olan Binbaşı Ausbur’un bir yazısını okumak isterim. O Resulüllah’a sallallahu aleyhi vessellem eziyet edilirken, onun emrettiği talimatı şöyle özetlemiştir:

“Teklif ettiği usullerden bir tanesi de dinde zorlama yapılmamasıdır. Fakat (eliyazübillah) başarının kendisine verdiği sarhoşluk, iyi düşüncelerinin sesini çok önce susturmuştu. O, savaş için bir genel emir vermişti. (Bunun neticesinde)  Arabistan ahalisi bir elinde Kur’an, diğerinde kılıç tutarak, yanan şehirlerin alevleri ve mahvolmuş ailelerin çığlıkları arasında kendi dinlerini yaydılar.”[28]

İslâmiyet’in yayılışının bu ne zalimane ve pis bir düşüncesidir. Bu düşünceyi İslâm düşmanı bir müsteşrik savunmaktadır. Mevdudi bile aynı düşünceyi sanki ince bir iplikle kumaşı işler gibi sözünü fesahat ve belagat perdesi arkasında saklayarak şöyle ileri sürmektedir:

“Resulüllah on üç yıl Arapları İslâm’a davet etti; vaaz ve nasihatin en etkileyici yollarına başvurdu. Kuvvetli deliller ileri sürdü. Açık olarak ispat etmeye çalıştı. Fesahat ve belagata dayanan konuşma gücüyle onların kalplerini ısındırdı. Allah tarafından akıllara durgunluk veren mucizeler gösterdi. Kendi ahlâkı ve temiz hayatında iyiliğin en güzel örneğini verdi. Doğruluğunu ispat eden ve bu konuda faydalı olabilen hiçbir yol bırakmadı. Fakat kavmi, doğruluğunun güneş gibi aydınlanmış olmasına rağmen davetini kabul etmedi. Doğruluk onlara açık olarak belirlenmiş idi. Onlar gözleriyle hâdilerinin çağırdığı yolun doğru olduğunu görmüşlerdi. Bununla birlikte o yolu benimsemelerini, kâfirlikteki serbest yaşayışlarında alıştıkları lezzetleri bırakmaya hazır olmayışları engelliyordu. Fakat vaaz ve nasihatlerinde başarısız kaldıktan sonra…”[29]

Yani (Eliyazübillah!) Resulüllah sallallahu aleyhi vessellem vaaz ve nasihatlerinde başarısız kalmış! (Neuzü Billahi ala zalike, böyle bir düşünceden Allah’a sığınırız.) Mevdudi’nin kaleminden çıkmakta olan bu söz ne kadar cahilane, tehlikeli ve zalimane sözdür. O Allah’tan celle celalühü hiç korkmamaktadır. Bir taraftan onun sesini dinleyin, öte yandan Kur’an-ı Kerim’in şu sesine kulak verin:

فَذَکِّرۡ اِنۡ نَّفَعَتِ الذِّکۡرٰیؕ﴿۱۰﴾ [30]

“Ey Muhammed! Nasihat et, çünkü senin nasihatin hiçbir zaman başarısız olamaz. Senin tavırların değişiktir. Senin nasihatinde, başarısızlığa uğramayan bir kuvvet vardır. Yalnız nasihatine rağmen birisi ikna olmazsa biz yine de sana zor kullanma izni veremeyiz. Neden? Çünkü Allah şöyle buyurur:

فَذَکِّرۡؕ اِنَّمَاۤ اَنۡتَ مُذَکِّرٌ ﴿ؕ۲۲﴾

O halde, (insanlara) nasihat et. Sen, ancak çok nasihat edensin.        

لَسۡتَ عَلَیۡہِمۡ بِمُصَۜیۡطِرٍ ﴿ۙ۲۳﴾

Onlara (da) gözetici değilsin.          

اِلَّا مَنۡ تَوَلّٰی وَکَفَرَ ﴿ۙ۲۴﴾

فَیُعَذِّبُہُ اللّٰہُ الۡعَذَابَ الۡاَکۡبَرَ ﴿ؕ۲۵﴾

Ancak kim sırtını döner ve inkâr ederse, Allah (da) ona büyük bir azap ve­recektir.[31]

Yani senin nasihatinde bir güzellik, bir sevgi, bir çekicilik vardır. Sözlerin çekicidir ve tesir yaratmamasına bir sebep yoktur. Biz sana kesin olarak söyleriz ki eğer bir bedbaht sözlerinden yüz çevirirse ve onları kabul etmezse, yine de biz sana zor kullanma izni vermeyiz. Biz seni zorlayıcı yapmadık. Sen yalnız nasihat edicisin. Ondan sonra da kabul etmeyeni biz yakalarız ve cezalandırırız.

İşte bu Allah’ın Kelâmı’dır. Fakat şu ise Mevdudi’nin  Kelâmı’dır: “Vaaz ve nasihatlerinde  başarısız… “İnna lillahi ve inna ileyhi raci’un” Üzüntüden dolayı bu cümleyi okumak zordur.  Mevdudi’nin sözü şöyle devam ediyor: 

“İslâm daisi (çağrıcısı) eline kılıç aldı ve:

ألا كل مأثرة أو دم أو مال يدعى فهو تحت قدمي  هاتين [32]

diyerek nesilden nesile gelen bütün üstünlükleri sona erdirdi. Namus ve iktidarın bütün geleneksel putlarını kırdı. Memlekette düzenli ve kuvvetli bir hükümet kurdu. Ahlâk yasalarını zorla yürürlüğe koyarak onları sarhoş etmiş olan kötülük ve günah serbestliğini yok etti ve ahlâk güzellikleri ve insanın iyi adetleri için daima gerekli olan asayişi sağladı…[33]

(Ausburn aynı sözü şöyle söylemiştir: “Dullarla yetimlerin tehlikeli çığlıkları arasında kendi dinini yaydı. Ondan sonra ise ağlayıp sızlayanlar en sonunda zaten uyuyup kalırlar.” Mevdudi bu duruma “Teskin” ismini vermiştir. Yani artık hiçbir taraftan muhalifane bir ses yükselmemekteydi.)

İşte o zaman kalplerden yavaş yavaş pas tutmuş kötülük ve fesat yok olmaya başladı; huylardan fasit maddeler kendiliğinden çıkıp gitti ve ruhların kesafetleri sona erdi.

Sözde İslam Mütefekkirinin Cihad Düşüncesi

(Kuvvet-i kudsiye, nasihat, hatırlatma hepsi külliyeten başarısız kaldı (böyle bir söz söylemektense Allah’a celle celalühü sığınırız) ve Mevdudi’nin sözüne göre o zaman kılıç sallandı ve bütün işler başarıldı.)

Gözlerden perdeler kalkarak doğruluk nuru aydınlanmış oldu.

Hangi perde vardı? Allah bu konuda şöyle der:

اِنَّ الَّذِیۡنَ کَفَرُوۡا سَوَآءٌ عَلَیۡہِمۡ ءَاَنۡذَرۡتَہُمۡ اَمۡ لَمۡ تُنۡذِرۡہُمۡ لَا یُؤۡمِنُوۡنَ ﴿۷﴾

Şüphesiz kâfirleri uyarıp uyar­maman, onlar için birdir. Onlar (durumlarını değiş­tirmedikçe,) inanmazlar.   

خَتَمَ اللّٰہُ عَلٰی قُلُوۡبِہِمۡ وَعَلٰی سَمۡعِہِمۡؕ وَعَلٰۤی اَبۡصَارِہِمۡ غِشَاوَۃٌ۫ وَّلَہُمۡ عَذَابٌ عَظِیۡمٌ ﴿٪۸﴾

Allah, onların kalplerini ve ku­laklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde (de bir) perde vardır. Kendilerine, bü­yük bir azap (mukadderdir.)[34]               

Burada hiç imanı olmayanlar zikredilmişlerdir. Allah’ın celle celalühü dediği gibi zulüm ve haksızlık perdeleri yırtılmaz. Fakat Mevdudi der ki, Allah ne bilecek! Ben daha iyi bilirim. Kılıç kullanılıncaya kadar perdeler yırtılmamıştı ve o ana kadar Allah’ın celle celalühü dediği doğruydu. Fakat kılıç kullanılınca bütün bu perdeler yırtılmış oldu!

Hatta boyunlardaki hak belirlendikten sonra insanları Allah’a celle celalühü boyun eğmekten alıkoyan eski şiddet ve başlardaki, o eski bencillik baki kalmadı. Arabistan gibi diğer ülkelerin İslâmiyet’i bu kadar süratle kabul etmelerinin yani bir çeyrek asırda bütün dünyanın Müslüman oluşlarının sebebi ise, İslâm kılıcının onların kalpleri üzerindeki perdeleri yırtmış olmasıdır.”[35]

Resulüllah’ın Kuvvet-i Küdsiyesi Ve Duaları

Bu yazı ancak tarih bilgisinden yoksun birisine ait olabilir. Endonezyalı her Müslüman bu yazının her kelimesini yalanlamaktadır; Çin’in tamamen İslâmiyet’e girmiş olan dört eyaleti de bu yazının yanlış olduğunu kanıtlamaktadır. İslâm’ın hiçbir kılıcı ne Endonezya’ya, ne de Malezya’ya ne de Çin’e ulaşmamıştır. Onların her çocuğu; her kadını her erkeği; her genci ve her yaşlısı; Mevdudi’nin bu ilânını yalanlamaktadır. Vallahi Muhammed’in kılıcı değil, onun güzelliği bizi çekmiştir; Muhammed’in kuvvet-i küdsiyesi ve ruhanî gücü bizim kalplerimizi fethetmiştir, diye ilân etmektedir. Bu inkılâp nasıl gerçekleşti? Resulüllah sallellahu aleyhi vesellem hangi cihad neticesinde o kadar muazzam bir zafer elde etti?  Vadedilen Mesih’in aleyhisselam dediğine göre, Resulüllah’ın sallallahu aleyhi vessellem yarattığı inkılâp, Hz. Resulüllah’ın sallallahu aleyhi vessellem duaları neticesinde gerçekleşmiş idi. O, bu konuda şöyle demektedir:

“Arabistan gibi viran bir memlekette cereyan eden o fevkalade hadise, yani yüz binlerce ölünün birkaç günde tekrar dirilmesi ve nesilleri yozlaşmış olanlarının İlâhî renge girivermesi; gözü kör olanların görmeye başlayıvermeleri ve  dilsizlerin dillerinden İlâhî bilgilerin akmaya başlaması; Kısacası dünyada daha önce hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği bir inkılabın birdenbire gerçekleşmiş olması; Biliyor musunuz o neydi? İşte o, bir fani fillah’ın (Allah’a ermiş birisinin) karanlık gecelerinin dualarıydı ki dünyada yankılar uyandırdı ve o güçsüz ve Ümmi’den (tahsil görmemiş olandan) beklenmeyen olağanüstü mucizeler gösterdi. Allahümme salli ve sellim ve barik aleyhi ve alihi.”[36]

Vadedilen Mesih’in aleyhisselam bu yazısını okuyarak Mevdudi’nin yazısıyla bir karşılaştırma yapınız. Her ikisi arasında belli bir fark; kutuplar kadar yani Doğu ile Batı kadar fark vardır. Bir tarafta, Vadedilen Mesih’in aleyhisselam temiz kalbi üzerinde belirlenen ve pak sözler olarak kutsal lisanından cereyan eden Hak ile İslâm ruhu konuşmaktadır. Bize İslâm üstünlüğünün kuvvet kaynağının yolunu gösteren ve susamış ruhlarımızın susuzluklarını gideren ses işte budur. Bu ses bize Hz.Muhammed’in sallallahu aleyhi vessellem üstünlüğünün, kuvvetinin, ululuğu ile yüceliğinin sırrının kuvvet-i küdsiyesinde olduğunu bildirdi. Bu kuvvet, bir sağanak halini aldı ve Arabistan çölünü ve kuru ile yaşı, deniz ile karayı suladı. O çölleri çimenlere ve viraneleri bağlara döndüren ve cansız toprakları yeniden dirilten ab-ı hayatı (hayat veren suyu) yağdırdı.

Mevdudi’lik Ruhu

Kısacası bir tarafta bu Hak ve İslâm ruhunun sesi vardır ve diğer tarafta Mevdudi ağzıyla konuşan ve zulüm ile haksızlığın acayip güllerini açtırmakta olan Mevdudilik ruhu bulunmaktadır. İslâmî talimatları ömrü boyunca okuyup inceledikten sonra o, onun özünü şöyle ileri sürmektedir “Vaaz ile nasihatleri başarısız kaldıktan sonra!” İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. “Mizaç Şinas-i Nübuvvet” (peygamberlerin mizacını ve huyunu bilen ve anlayanın sesi işte bizim duyduğumuz ses midir? Yok, yok! Mizaç Şinas-i Nübüvvet demeyelim. Bu ses İslâm düşmanlarının sesleriyle uyuşmaktadır. Bu ses, Binbaşı Ausburn’un kanında gazap ateşi olarak dolaşanın aynısıdır. Bu ses, binlerce İslâm düşmanını Resulüllah sallallahu aleyhi vessellem aleyhinde haset ateşinde yakmış olan mekruh yangındır. Benim vücudum bu yazıyı okuyarak titremeye, bedenim ise yanmaya başlar. Bu kelâm değil, peygamber aşığı her insanın kalbini yaralayan neşterdir. Bu neşterin yaraları çok acı ve çok ızdırap vericidir. Bizim duyduğumuz bu ses “Mizaç Şinas-i Nübuvvet”in sesi midir? Hayır, hayır! Müslümanlar’ın kalplerini kan ağlatan bu ses Binbaşı Ausburn ve İmad-üd din adlı papazın sesidir. Allah aşkına buna İslâm ruhu demeyelim; Mevdudilik ruhu diyelim. Buna İslâm ruhu diyenlere yazık! Vadedilen Mesih’in aleyhisselam arifane İslâm’ın üstünlüğü düşüncesi ile cihad düşüncesi nerede ve bu, çehresini değiştirerek yüzbinlerce perde arkasında saklanmış, fakat bunca perdelere rağmen zehrini saklamayan ve bıçakları bu perdeleri yırtarak bizi yaralamakta olan Mevdudi’nin sözleri nerede!

Mevdudi’nin Cihad Düşüncesi Ve İslâm

Demek ki Resulüllah’a sallallahu aleyhi vessellem ve İslâm’a yapılmış olan en çirkin suçlamalar işte bu sözlerdir. Biz bu cihad düşüncesini nasıl kabul edelim? Bu ortadan silinmeye ve reddedilmeye değer bir cihad düşüncesidir. Bir an için bile böyle bir düşünce Hz.Resulüllah’a sallallahu aleyhi vessellem intisap ettirilemez. Biz aslâ onu kabul etmeye hazır değiliz.

Kısacası bu ulemanın durumuna baktığımız zaman kalplerimizi tuhaf bir ürperti kaplar. Bunlar İslâmiyet adına, fakat onun ruhundan tamamen uzak kalarak, Allah’ın celle celalühü seçkin kişilerine zalimane bir şekilde saldırırlar; zamana göre seslerini değiştirirler ve biz ne demekteyiz ve ne yapmaktayız; lisanımız nedir ve hareketlerimiz nasıldır diye hiç korkmazlar.

İslâm âlemi zorluklarla karşılaşınca, İslâmiyet uğruna ilk saflarda düşmana karşı çarpışan ve İslâm’ın ızdıraplarını kalbinde hisseden kimdi? Acaba onlar, Ahmedi Müslümanlar mıydılar yoksa saf Müslümanlar’ı aptal yerine koyan ve bugün bile onları aptal yerine koymakta olan bu ulemalar mıydı? Zaman çok geçmiştir; o yüzden Allah’ın celle celalühü izniyle ben gelecek hutbemde bu bölümü aydınlatacağım.

Kaynak: Zahakal Batıl, Sayfa 89-119, Hazret Mirza Tahir Ahmed aleyhirrahmeh; Islam International Publications,  Çev: Dr. Muhammed Celal Şems


[1] Hindistan ki Pehli Tehrik s.5

[2] Nur-ül Hak, Cüz. 1, s.45 Arapça’dan tercüme

[3] Muli, turpa benzeyen beyaz renkte bir sebzedir.

[4] Govt.Angrezi Or Cihad; s.12-13

[5] Hakikat-ül Mehdi, s.19

[6] Risale, Durud Şerif, sayfa 67

[7] Durud Şerif; s.26 Yazar Mevlana M.İsmail

[8] Govt.Angrezi Or Cihad; s.15

[9] Tühfe-i Kayseriye, s.10

[10] İşaat-üs Sünne; c.9 No. 10 s.308/48

[11] El-İktisad Fi Mesail-el Cihad, s.16

[12] İşaat-üs Sünne; c.6 No.10 s.187

[13] El-İktisad Fi Mesail-el Cihad, s.42

[14] Detayları için bakınız: Ba?avet-i Hind, S.Seyyid Ahmed Han

[15] Nusret-ül Ebrar, Lahor, s.129

[16] Savanih-i Ahmedi Kalan, s.71

[17] Makalat-yı Şibli, c.1 s.171; Maarif Matbaası Azam Garh, 1954

[18] Şehy Sinnusi Risalesi, s.17

[19] Ahmediye Tahrik (Hareket) s.243 Lahor

[20] Seyyid Ataüllah Şah Buharî, s.131

[21] Sud, c.1 s.77-78; Haşiye, Mekteb-i Cemaat-i İslâmi, Lahor

[22] Ümmelkura, Mekke, 24 Nisan 1965

[23] Ümmelkura, Mekke, 24 Nisan 1965

[24] Melfuzat; c.1 s.232

[25] Ayna-yı Kemalât-i İslâm, s.530-533

[26] Mevc-i Kevser, s.187

[27] A.G.E., s.179

[28] Islam Under The Arab Rule, s.46

[29] El-Cihad Fi-l İslam, sayfa 141-142, Üçüncü baskı 1962

[30] A’la Suresi 87:10

[31] Gaşiye Suresi 88:22-25

[32] Bunun tercümesi şöyledir: “İyi dinleyin! Her çeşit imtiyaz ve uğruna savaşa teşvik ettirilen kan davaları ve mallar, bugün iki ayağımın altındadır.” Resulüllah’ın sallellahu aleyhi vesellem bu ilânı ne zaman yaptığını biliyor musunuz? O, bu ilânı Hacce-tül Veda (son hac) zamanında yaptıydı. Bu yaptığı son ilândır. Gördünüz mü, hadiseler nasıl birbirine karıştırılmaktadır? Bir din bilgininin bu ilânın ne zamana ait olduğundan haberdar olmayışına imkân yoktur. Fakat görüyorsunuz ki o, bunu hangi duruma yakıştırmak istemektedir.

[33] El-Cihad Fi’l İslam, sayfa 142

[34] Bakara Suresi 2:7-8

[35] El-Cihad Fil İslâm, s.141-142

[36] Berekat-üd Dua; s.7

Start typing and press Enter to search