Fatiha Suresi Tefsiri

5. Bölüm

Halifetu’l Mesih II, Hz Muslih Mevud Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmedra 

مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ”

Arapça’da birbirine benzeyen üç kelime vardır: مَالِکِ Malik: Bir şeyin caiz sahibi olup ona hükmeden demektir.

  مَلَکMelek: Yani melek.

  مَلِکMelik: Yani Padişah.

  یَوْمِYevm: Vakit veya zaman manalarına gelir. Kuran-ı Kerim’de şöyle denmiştir:

وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

Yani: Bazen Allah’ın celle celalühü bir yevmi (günü) insanın hesabına göre bin seneye eşittir.[1] Bir şair şöyle der:

يوماه يوم ندى ويوم طعان

yani, benim övdüğüm kimsenin üzerine sadece iki yevm (zaman, dönem, devir) gelir; O cömertlikle veya düşmanlarını öldürmekle meşguldür. Araplar şöyle derler:

یوماہُ یومُ نُعمٍ ویوم بُؤسٍ ای الدّھر yani, yevm (zaman, dönem, devir) insan için nimetler veya zorluklar getirir (Lisanü’l Arap.)  Aynen bunun gibi Sibeveyhî Arapların şöyle dediğini söyler:

اَنَا الْيَوْمَ اَفْعَلُ كَذَا لَا يُرِيدُونَ يَوْمًا بِعَيْنِهٖ وَ لٰكِنَّهُمْ يُرِيدُونَ الْوَقْتَ الْحَاضِرَ )لسان العرب(

Yani, ben bugün şunu yapacağım denildiğinde yevm’den kastedilen 24 saat değildir tersine o anki zaman ve vakittir (Lisanü’l Arap). Aynen bunun gibi Kuran-ı Kerim:

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ

Yani: Bugün dininizi tamama erdirdim[2] dediğinde yevm’den kastedilen bildiğimiz gün değil, zaman ve devirdir (Lisanü’l Arap). Ayrıca yevm kelimesi hakkında şöyle yazılıdır:

وَقَدْ يُرَادُ بِالْيَوْمِ الْوَقْتُ مُطلقًا وَمِنْهُ الحَدِيثُ تِلْكَ اَيَّامُ الْهَرَجِ اَىْ وَقْتُهُ)    لسان العرب(

Yani, bazen yevm kelimesinden kastedilen mutlak vakittir. Mesela Hadiste “Bugün fitne ve fesat günüdür” denmiştir; bundan kastedilen fitne fesat zamanı ve devridir (Lisanü’l Arap.)

الدِّیْنِ Ed-din: Din kelimesinin manaları şunlardır:  Ceza, mükafat, itaat, hesap, tasarruf, hükümet, galebe, tedbir, İyilik, isyan, hal ve keyfiyet, karar, alışkanlık, şan yani özel durum. Ayrıca  Allah’a celle celalühü ibadetin bütün yollarına din yani şeriat denilir. (Akreb.)

Ayetin Tefsiri

Ayetin manası şunlardır: Allah-u Teala ceza ve mükafat vaktinin, şeriat vaktinin, karar vaktinin, din vaktinin, iyilik ve günah vaktinin, hesap vaktinin, itaat vaktinin, galebe vaktinin sahibidir. Ayrıca özel ve önemli durumların sahibi de O’dur.

Genel olarak bu ayet “Allah celle celalühü kıyamet gününün sahibidir,” diye açıklanır. Ama sözcüklerin lügatteki karşılığından anlaşılan, bu mana lügate dayalı değil tefsir mahiyetindedir. Din kelimesinin manalarından birisi ceza ve mükâfattır. Ceza ve mükâfat kâmil manada kıyamet günü verileceğinden müfessirler bu ayeti açıklarken kıyamet gününün sahibi diye açıklamışlardır. Hâlbuki lügate baktığımızda bu ayetin birçok manası vardır ve onların hepsi Kuran’a uygundur. Bundan dolayı bir tek manayı seçip diğerlerini terk etmek doğru değildir.

Allah-u Teala ceza ve mükafat vaktinin sahibidir. Bu manaya göre Allah celle celalühü kıyamet gününün sahibidir, yani o vakit geldiğinde ceza ve mükafat verilirken Allah celle celalühü haricinde hiç kimsenin müdahalesi söz konusu değildir. Böylece bu dünya ve ahiret arasındaki fark anlatılmıştır. Dünyamızda iyi veya kötü amelin mükafatı veya cezası insanların eliyle de verilebilir ve bu konuda onlar hatalı davranabilirler. Ama kıyamet gününde ceza ve mükafatı sadece Yüce Allah celle celalühü vereceğinden, zulüm ve haksızlık imkansızdır. Masum olan hiç kimseye ceza verilemeyeceği gibi işlenen suçtan daha fazla ceza da söz konusu olamaz, ayrıca suçlu olan da yalan veya sahtekârlıkla ceza almaktan kendini kurtaramaz.

Bu ayet Allah’ın celle celalühü ceza ve mükafat gününde bir padişah gibi değil, malik gibi davranacağını anlatır. Çünkü padişahın yetkileri sınırlı olduğu için bir karar verirken sadece insaf ve adaleti göz önünde bulundurmak zorundadır. Çünkü onun vereceği karar davacı ve davalının haklarıyla ilgilidir. Bundan dolayı padişah onlardan birisini affetme yetkisine sahip değildir. Ama Allah-u Teala yalnız padişah olmayıp aynı zamanda maliktir. Bundan dolayı O, istediği gibi affetme yetkisine sahiptir. Böylelikle insanoğluna umut kapısı açılarak umutsuzluktan kurtarılmıştır. Diğer taraftan bu ayet kulları uyararak Allah’ın celle celalühü rahmetini suiistimal etmemesi gerektiğini söyler. Çünkü O malik olduğundan af edebileceği gibi yarattıklarını pislik içinde görmeye dayanamayıp ceza da verebilir. Böylece umut ve korku dengelenerek insanın gayretli ve himmetli olması hedeflenmiştir. Bunun tersine Hıristiyanlığın necat öğretisi, insafın yanlış anlamını ileri sürerek umut kapısını kapatmıştır. Ayrıca kefaret meselesini ortaya atmakla insanoğlunu günaha cesaretlendirmiştir. Yani Hıristiyan inanışının bu iki kolu iyiliğe değil günaha sevketmektedir. Çünkü haddinden fazla umutsuzluk veya haddinden fazla umut günaha yol açar. Bu öğreti neticesinde İnsanların bir kısmı manen temizlenmekten umudunu keserek iyiliği terk edecektir, diğer kısmı ise kefarete güvenerek günaha cesaretlenecektir.

Bu ayetin başka bir anlamına göre Allah celle celalühü şeriat ve din vaktinin sahibidir. Bu manada Allah’ın celle celalühü çok ince bir kanununa işaret edilmiştir. Allah’ın celle celalühü dünyada her gün uyguladığı kanun genel kanundur. Ancak din veya şeriatın temeli atıldığı zaman O’nun malik sıfatı ortaya çıkar. Yani genel kanunu ile ilgili olan padişahlığı zuhur ettiği gibi o devirde Malik sıfatı özellikle tezahür eder. Yüce Allah celle celalühü özel kanunlarını harekete geçirir, Allah’ın celle celalühü sıfatlarının inceliklerinden habersiz olanlar görünürde doğa kanunlarının hiçe sayıldığını görürler. O günlerde bir aciz ve çaresiz insan dünyanın karşısına çıkıp Allah’ın celle celalühü elçisi olduğunu ileri sürer. Bütün dünya ona muhalefet etmesine rağmen o zahiri imkânsızlıklar içerisinde başarıya ulaşır. Aynen bunun gibi duası ve mucizeler sonucu dünya gördüklerinden şaşkına döner. Aslında Yüce Allah celle celalühü manevi bir silsileyi kurmak istediğinde veya bir şeriatın temelini atmak istediğinde O’nun melik (padişah) sıfatı değil malik sıfatı özellikle tezahür eder. O, genel olan kanunu bir tarafa bırakıp sevdiklerine mahsus olan özel kanununu harekete geçirir ve harikulade olaylar zuhur etmeye başlar. Her peygamber zamanında Allah’ın celle celalühü bu sünneti tekrarlanır. Fatiha suresinde Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem zamanında da bunun tekrar yaşanacağı anlatılmaktadır. Allah’ın celle celalühü kanununa aykırı zannedilen harikulade olaylar zuhur edip onu destekleyecekti. Bu tür olayların ortaya çıkması şeriatın kurulma zamanı olduğunu ve Hz. Muhammed’in sallallahu aleyhi vessellem Allah’ın celle celalühü hak peygamberi olduğunu göstermek içindi.

Bu ayetin başka bir manası da Allah celle celalühü iyilik vaktinin ve günah vaktinin sahibidir. Bu mana dünya üzerinde iki devrin tekerrür ettiğine işaret etmektedir. Bunlardan birisi iyilik ve günahın dünyada eşit olduğu devirdir. Böyle bir devirde Yüce Allah’ın celle celalühü genel kanunu işler. Ama dünyaya günah yayıldığı devirde Allah-u Teala’nın malik sıfatı ortaya çıkar ve O, bir peygamber göndererek kurumuş olan tarlasının yeşermesini sağlar. O peygamberin eliyle iyiliğe sımsıkı sarılan bir cemaat meydana gelir. Bir cemaat olarak onların hepsinin iyilik ve hayır üzerinde olduğu söylenebilir. Bu devirde de Yüce Allah celle celalühü özel kanunlarıyla bu cemaati desteklemeye devam eder. Daha sonra bir gün gelip bu cemaat seviyesini düşürüp iyilik ve kötülük onlar arasında eşitlenince Yüce Allah celle celalühü özel kanunlarını geri çeker ve tekrar olağan kanunlarını uygulamaya devam eder. Ve daha sonra bir zaman gelip o millet hepten bozulduğunda Allah’ın celle celalühü sünneti gereği malikiyet sıfatı yeniden zuhur eder ve bir peygamber gönderilerek günahın kökü kazınır. Yeniden tertemiz bir cemaat kurulur. Bu dönem boyunca, mâlik olduğundan dolayı özel kudreti ve hakimiyeti zuhur etmeye devam eder. Ta ki o cemaat yeniden iyilik seviyesini düşürür ve yeniden eski devir başlar.

Allah-u Teala itaat vaktinin mâlikidir. Yani Yüce Allah celle celalühü yukarda bahsedilen bir kavim veya cemaat için uygulanan özel kanunu bazı fertler için de uygular. Bir kimse hayatını kamil manada itaat ile geçirirse Allah celle celalühü onun için de özel kudretini gösterir. Böylelikle onu diğer insanlardan üstün tutar.

Bu ayetin başka bir manası da Allah-u Teala’nın özel durumların vaktinin maliki yani sahibi olmasıdır. Bunda işaret edilen dünyadaki her işin bir zincire benzemesidir. Yani her olayın birçok halkası olup kendi başına bağımsız değildir. Mesela bir insan hastalandığında, hastalığının nedeni o gün işlenen bir hata değildir. Veya sağlığının nedeni bir günde yapılan egzersiz yahut beslenme değildir. İnsanın amellerinin neticesi birisi geçici ve diğeri de nihai ve daimi olmak üzere iki şekilde olur. Bir insan gözlerini dikkatsizce kullandığında gözleri ağrımaya başlar. Tedavi edilince iyileşir. Tekrar dikkatsiz davranır ve rahatsızlanır. Bir daha tedavi edilir ve iyileşir. Ama birgün gözü tamamen görmez olur ve tedavinin hiçbir faydası olmaz. Çalışkan bir öğrenci derslerine çalışınca öğretmeni sevinir. Ertesi gün tekrar dersleriyle ilgilendiğinde öğretmenin hoşuna gider. Bu şekildeki netice hemen elde edilen bir neticedir. Ama bununla beraber bu şekildeki çalışma onun beyin yeteneklerini gitgide geliştirir. Kitaptan elde ettiği bilgi haricinde zeka ve ilmin inceliklerini öğrenme becerisine de sahip olmaya başlar ve o bir gün dünyanın dikkatini üzerine toplar. Bu şekildeki nihai sonuçlar yakınları ve arkadaşlarının bile göremediği ve sebebini anlayamadıkları şekilde inceden inceye meydana gelir.

Allah-u Teala bu konuyu anlatmakla son ve daimi başarının Allah celle celalühü ile ilişki neticesinde elde edilebileceğine işaret eder. Şüphesiz insan genel kanuna uymak suretiyle saygı ve makam kazanır ama amellerin zinciri mükemmel olduğunda bir nihai netice ortaya çıkar. Asıl önemsenen netice budur. Özellikle ölüm vaktinde iman şeklinde ortaya çıkan ve ahiretteki hayatın dayanağı olan netice çok önemlidir.

Bu ayet, “kıyamet gününün sahibi” olarak çevrilse de bundan Allah’ın celle celalühü bu dünyanın sahibi olmadığı anlaşılmamalıdır. Bundan kastedilen kıyamet gününde zahiri olarak, Allah’tan celle celalühü başka hiçbir malikin olmayacağıdır. Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:

وَمَا اَدْرٰیكَ مَا يَوْمُ الدّٖينِ۞ ثُمَّ مَا اَدْرٰیكَ مَا يَوْمُ الدّٖينِ۞ يَوْمَ لَا تَمْلِكُ نَفْسٌ لِنَفْسٍ شَيْپًا وَالْاَمْرُ يَوْمَئِذٍ لِلّٰهِ۞

 Yani: Mükâ­fat ve ceza gününün ne olduğunu, sen ne bilirsin? (Tekrarlıyoruz!) Mükâfat ve ceza gününün ne olduğunu, sen ne­ bilirsin? O gün, kimse kimseye (faydalı olma imkânına) sahip olmayacak. Her türlü hüküm, (ancak) Allah’ın (elinde olacak.)[3] Kısacası bu ayetten kastedilen Allah’ın celle celalühü bu dünyanın maliki olmadığı değil, bu dünyada zahiri olarak malik gibi görünen padişahlar ve hükümdarların kıyamet gününde olmayacağıdır.

Fatiha suresinde beyan edilen bu dört sıfatın sıralanış şekli Allah’a celle celalühü ilerlemenin ince ve paha biçilmez bir püf noktasını beyan etmektedir. Allah’ın celle celalühü makamı en üstündür ve kul ise en düşük makamdadır. Meseleyi bu şekilde ele aldığımızda Allah-u Teala kula teveccüh ettiğinde yukardan aşağıya doğru gelecektir. Ama kul Allah’a celle celalühü yöneldiğinde aşağıdan yukarıya doğru gidecektir. Bunu anladıktan sonra Fatiha suresinde beyan edilen sıfatlar incelendiğinde Allahın kula teveccüh etme şekli şöyle anlaşılır: 1) Rabbü’l Âlemîn, 2) Rahman, 3) Rahim, 4) Malik-i Yevmiddin. Yani O, kendini kula ilk olarak Rabbü’l Âlemîn sıfatı ile belli eder. Sevdiği ve beğendiği kulunun doğru olarak yetişmesi için ortam hazırlar. Daha sonra, kulu maneviyatta ilerleyebilsin diye yarattığı imkânları kulun eline verir. Kul bu imkânlardan istifade ettiğinde Allah celle celalühü en güzel neticelerini ortaya çıkarır. Mükâfat ve ödüllendirmenin uzun bir zincirinden sonra kulun çabası nihai sonuç verir. Yani O’nun malik sıfatı, kulu için ortaya çıkıp onu dünyaya galip kılar.

Bunun tersine kul Allah’a celle celalühü yöneldiğinde ilk önce malik sıfatına mazhar olmak zorundadır. Yani o, merhamet ve rahmeti esas alarak adaletli ve insaflı davranır. Onun davranışlarında af yönü ağır basar. Başka bir deyişle, şer yaymaktan elini çeker. Kul biraz daha ilerlediğinde Rahim sıfatına mazhar olur. Yani onunla ilişkisi olan insanların yaptıklarını şükranla karşılamakla kalmayıp hak ettiklerinden daha fazlasıyla ödüllendirmeye çalışır. Başka bir ifadeyle hayrı yayma onda adet haline gelir ve buna ihsan denilir. Kul bir üst makama ilerlediğinde Rahman sıfatı onda zuhur eder. O zamanda dost düşman herkese iyi davranır ve geniş kalpli bir insan haline gelir. Rahman sıfatına mazhar olduğu için kafir ve mümin herkes için kalbinde sevgi taşır. Bu durumda, kendisine iyi davranana da kötü davranana da hayır ile karşılık verir. Bu mertebeyeاِیْتَاءِ ذِیُ الْقُرْبٰی  (îtâi zil kurbâ) denilir. Yani bir ananın çocuğunun kendisine itaat edip etmediğine bakmaksızın en ufak karşılık beklemeden ona hizmet ettiği gibi, bu mertebeye sahip olan mümin de insanoğluna aynı şekilde iyi davranır. İnsan, bu makamdan ilerleyip Rabbü’l Âlemîn sıfatına mazhar olur. Yani onun bakış açısı genişler. Artık gözü fertlerde değil nizamdadır ve o bütün dünyanın iyiliğinden kendini sorumlu tutarak elinden geldiğince dünyanın ıslahı ile ilgilenir. Ve onun teveccühüyle toplumun durumunda bir değişim meydana gelir. Böylece bu dört sıfat içinde, sülûkun yani Allah’a celle celalühü ilerlemenin ince püf noktaları bulunur ki onlar her sâlik için büyük bir rahmettir.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ Sözcüklerin anlamı

 اِيَّاكَ İyyake: Genel kurala göre نَعْبُدُکَ  (nağbüdüke) olması gerekiyordu. Ancak manalara özellik kazandırmak ve vurgu yapmak için bu üslup kullanılıp kâf önce getirilmiştir. Kâf tek başına önce gelemediği için kâf’tan önce mensup zamir iyyâ getirilmiştir. Böylece İyyâke nağbüdü’nün anlamı biz İbadeti sadece Sana mahsus kılarız şeklindedir.

 نَعْبُدُ Nağbüdü: Biz ibadet ederiz. Bunun geçmiş zaman haliعَبَدَ  (abede) dir. Bunun manası da şöyledir:

عَبَدَ اللّٰهَ طَاعَ لَهُ وَخَضَعَ وَ ذَلَّ وَخَدَمَهُ وَالْتَزَمَ شَرَائِعَ دِينِهِ وَ وَحَّدَهُ) اقرب(

Yani O’na itaat etti, O’nun emrine boyun eğdi, O’na hizmet etti ve dinin emirlerini sürekli uygulamaya başladı. Ve O’nun tevhidini ikrar etti (Akreb).  Abede kelimesinin bir manası başkasının izlerini taşımak demektir. Nitekim çok işlendiği için üzerinde ayak izleri kalan yola Arapça’daطَرِیْقٌ مُعَبَّدٌ   denir.

Netice olarak sadece, kendi kemallerinde tek olan, ortağı bulunmayan ve itaati insanın gü

cünde olan Zat’a ibadet edilmesi mümkündür. Çünkü itaati mümkün olmayan kimseye ibadet etmek anlamsız bir ifadedir. Böyle bir itaat ise ancak Allah’acelle celalühü edilebilir. Gerçek manada O’ndan başkasına itaat edilemez ve kul ancak Allah’ıncelle celalühü zatında yok olabilir. Allahcelle celalühü haricinde kime itaat edilirse edilsin, itaat sınırlı olacaktır. Çünkü itaat ettiği kimse haricinde diğer varlıklara veya başka kanunlara da boyun eğmek zorunda kalınacaktır.

 نَسْتَعٖينُ (Nestaîn) kelimesiاِسْتِعَانَۃٌ   (istiane) dendir ve manası yardım talep etmektir. “İyyâke nestaîn” biz yardımı sadece Sen’den dileriz manasındadır. Yani Sen’den başkası yardım talep edilmeye layık değildir.

Ayetin Tefsiri

Elhamdülillah’tan mâliki yevmiddin’in sonuna kadarki ifadelerden, kul O’nu överken sanki Allahcelle celalühü ondan uzaktaymış gibi anlaşılır. Ancak iyyakenağbüdü’den itibaren kul, Allahcelle celalühü karşısında imiş gibi ifadeler kullanıp Allahcelle celalühü ile muhatap olmaya başlar. Bilgisiz kimseler buna itiraz edip, bu tür üslubun kelamın güzelliğine aykırı olduğunu zannederler. Hâlbuki bu üslup kelam güzelliğinin en iyi örneklerindendir. Allahcelle celalühü verâü’l vera olduğu için kul onu göremez. O, sıfatlarıyla tanınır. Kul Allah’ıncelle celalühü zikri ile meşgul oldukça gitgide O’na yaklaşır ve günün birinde gönül gözü Allahıcelle celalühü görür. İşte bu ayetlerde sülûkun, yani Allah’acelle celalühü yaklaşmanın püf noktası beyan edilmiştir. Kul, Rabbü’l Âlemîn, Rahman, Rahim, maliki yevmiddin sıfatlarını inceleyip üzerinde düşündükçe gözleri açılır ve kalbi Allahcelle celalühü sevgisiyle dolduğunda mümin, manen Allahıcelle celalühü görme şerefine nail olduğu için O’nun sevgisi karşısında yenik düşüp kendini tutamayarak aniden “Ey Allahcelle celalühü! Ben ancak Sana ibadet ederim ve ancak Senden yardım dilerim” demeye başlar. Kısacası zamirleri bu şekilde değiştirmek suretiyle, Kuran-ı Kerim içinde zikrolunan İlâhî sıfatları inceleyip üzerinde düşündüğünde bir gün kulun, Allahcelle celalühü ile görüşme şerefine nail olup uzak olan Allah’ıncelle celalühü kulun karşısına geleceğine işaret edilmektedir.

Şöyle bir hadis vardır:

عن ابي هريرة ، عن النبي صلى الله عليه وسلم، قال: قال الله تعالى: قسمت الصلاة بيني وبين عبدي نصفين،فنصفھا لی و نصفھا لعبدی ،  ولعبدي ما سال، فإذا قال العبد: الحمد لله رب العالمين، قال الله تعالى: حمدني عبدي، وإذا قال: الرحمن الرحيم ، قال الله تعالى: اثنى علي عبدي، وإذا قال: مالك يوم الدين ، قال: مجدني عبدي، وقال: مرة فوض إلي عبدي، فإذا قال: إياك نعبد وإياك نستعين ، قال: هذا بيني وبين عبدي، ولعبدي ما سال، فإذا قال: اهدنا الصراط المستقيم صراط الذين انعمت عليهم غير المغضوب عليهم ولا الضالين ، قال: هذا لعبدي ولعبدي ما سال

(مسلم ، کتاب الصلاۃ، باب وُجُوبِ قِرَاءَةِ الْفَاتِحَةِ فِي كُلِّ رَكْعَةٍ)

Ebu Hüreyre’ninradiyallahü anh rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimizsallallahu aleyhi vessellem şöyle buyurdu:  Allahcelle celalühü “Ben Fatiha suresini Kendim ve kulum arasında yarı yarıya böldüm. Yarısı Benim için yarısı onun içindir. Kulum onun vasıtasıyla benden ne dilerse ona veririm,” buyurmaktadır. Kul Elhamdülillahi Rabbil âlemîn dediğinde Allahcelle celalühü kulum bana hamdetti der. O Errahman, Errahim dediğinde Allahcelle celalühü, kulum bana sena etti der. O maliki yevmiddin dediğinde kulum Beni temcid etti yani yüceliğimi beyan etti der. Başka bir defasında Peygamber Efendimizsallallahu aleyhi vessellem Allahcelle celalühü şöyle buyurdu dedi: “Kulum kendini bana teslim etmiştir ve kul iyyake nağbüdü ve iyyake nestain dediğinde Allahcelle celalühü bu ayet Benim ve kulum arasında ortaktır, kulum benden ne dilediyse ona vereceğim, der. Kul ihdinessıratal müstakim’den ayetin sonuna kadar okuduğunda Allahcelle celalühü “Bu dua kulum içindir ve kuluma dilediğini vereceğim” der. (Müslim, Kitabü’s Salat)

Bu hadisten anlaşılan; 1) Hamd, sena ve temcid birbirinden farklı şeylerdir. 2) Maliki yevmiddin ayeti, kamil tevekküle dalalet eder. Yani insan Yüce Allah’ıncelle celalühü nihai sonucu ortaya çıkaran olduğuna inanıp Elhamdülillah deyince, Allah’ıncelle celalühü kararının doğru olduğunu ve ona razı olduğunu ikrar eder. İnsan, Allah’acelle celalühü bu şekilde tevekkül edince Allahcelle celalühü ona neden yumuşak davranmayıp affetmesin? 3) Bu sure içinde bazı nimetler elde etmeleri için Müslümanlara dua öğretilmiştir. Müslümanlar bir ümmet olarak bu nimetlere mutlaka nail olacaklardır. Çünkü bu dua hakkında hadiste “kulum Ben’den ne isterse ona mutlaka verilecektir” denmiştir.

Bu ayette “nağbüdü” önce gelip “nestain” daha sonra gelmiştir. Bazı kimseler Allah’ıncelle celalühü yardımı olmaksızın ibadet edilemeyeceğine göre önce “nağbüdü” yerine “nestain” yazılması gerekiyordu diye itiraz ederler. Aslında Allah’ıncelle celalühü yardımı olmadan ibadet edilemeyeceğinden şüphe yoktur. Ancak bu ayette Allah’ıncelle celalühü yardımından değil, kulun yardım talep etmek için yalvarışından bahsedilmektedir. Kulun içinde ibadet düşüncesi doğmadıkça Allah’tancelle celalühü yardım dilemesi sözkonusu olmaz. İbadete meyilli olmayan bir gönül neden Allah’tancelle celalühü yardım dilesin. Kısacası Allah’ıncelle celalühü lütfu ve yardımı olmaksızın ibadet nasip olmaz. Ancak istianet yani kulun Allah’tancelle celalühü yardım talep etmesi, içinde ibadet düşüncesi doğduktan sonra mümkün olabilir. İşte bundan dolayı “nestain”den önce “nağbüdü” getirilmiştir.

Bu itirazın ikinci cevabına gelince, kul niyetlenir ama onu uygulayabilmesi Allah’ıncelle celalühü yardımı ile olur. Eğer niyet ve irade de Allahcelle celalühü tarafından olsaydı, insanın amelleri mecburiyetten olurdu. Bundan dolayı bu ayette, kulun içinde ibadet düşüncesi doğduğunda bunun tam manasıyla gerçekleşmesi için Allah’acelle celalühü yalvarması gerektiği öğretilmiştir. Kul, “Ey Rabbim! Ben Sana ibadet etmeye karar verdim ama sözümün hakkıyla yerine getirilmesi Senin desteğin olmaksızın mümkün değildir. Bundan dolayı Sen’den başkasına ibadet etmeyeyim diye Sen bana yardım et” diye yalvarmalı.

İbadet aslında tezellüldür, yani kulun tam manasıyla Allah’ıncelle celalühü karşısında kendini bir hiç saymasıdır. Bundan dolayı kul Allah’ıncelle celalühü sıfatlarıyla kendini süslemelidir. İbadetin zahiri hareketleri sadece insanın iç durumunu değiştirmek içindir. Yoksa aslında ibadet, kalbin iç durumu ve ona uymak suretiyle insanda amellerin ortaya çıkmasıdır. Belli zamanların tayin edilmesi, kıbleye yönelmek, ellerin bağlanması rükû ve secde, asıl ibadet değildir. İnsan vücudunun zahiri durumu onun kalbini etkiler ve konsantrasyonunu sağlar. Namaz içinde birkaç fiziksel hareket, bundan dolayı bulunmaktadır. Onlar bir kap hükmünde olup, içi irfan sütüyle doldurulur veya onlar içinde ibadet özünü bulunduran kabuğa benzer.

Bu ayet ve daha sonraki ayetlerde kelimeler çoğul haliyle kullanılmıştır. Yani biz ibadet ederiz, biz yardım dileriz, bize doğru yolu göster, denmiştir. Bundan İslam’ın sosyal bir din olduğu, yani bir tek ferdin değil herkesin gelişip ilerlemesini istediği anlaşılır. Ayrıca her Müslüman’ın diğer Müslüman’dan sorumlu olduğu ortaya çıkar. O, sadece kendisi ibadet etmekle kalmayıp diğer Müslümanları da ibadet için motive etmeli ve diğer Müslümanlar da onunla birlikte ibadete iştirak edinceye kadar onları motive etmeye devam etmelidir. Keza o, sadece kendisi Allah’acelle celalühü tevekkül etmekle yetinmeyip, kardeşlerine de tevekkül öğretmeli ve onlar da tevekkül sahibi oluncaya dek onlara tevekkül telkin etmelidir. Bir Müslüman sadece kendisi için hidayet talep etmeyip, diğerlerine de hidayet talebi için nasihatte bulunmalı. Onların kalbinde hidayet dilemek için güçlü bir istek doğuncaya kadar nasihatinden vazgeçmemelidir. Ta ki onlar da dualarında ben yerine biz kelimesini kullansınlar. İşte İslam’ı birkaç sene içinde geliştiren, bu tebliğ ve terbiyet ruhu idi. Müslümanlar bu gün de ilerleme kaydetmek istiyorsa bu ancak, içlerinde bu duyguları yerleştirmekle mümkün olabilir. Müslüman samimiyetle nağbüdü, nestain ve ihdina deyip bu duanın gönlünden içtenlikle çıkması için çaba sarfetmedikçe ne dinde ne de dünyada yeri olmayacaktır.

Aslında ibadet, Allah’tancelle celalühü yardım talep etmek ve hidayet dilemek ancak bir topluluk olarak mümkün olabilir. Çünkü bir tek fert, sınırlı bir zaman ve sınırlı bir daire içinde ibadetin devamını sağlayabilir. Ama evladını ve komşularını da kendine katarsa, ibadet dairesini genişletir ve ibadetin nesilden nesile devam etmesini sağlar. Şüphesiz gerçek kul, efendisine ait olan şeyleri düşmanın eline vermez. Efendisinin hazinelerini talan edilirken gören ve buna karşı mücadele vermeyen kesinlikle gerçek kul değildir.

Bu ayeti kerime cebir ve kader ile ilgili yaygın olan yanlış görüşleri reddetmektedir. İnsanî amellerle ilgili iki yanlış görüş bulunmaktadır. Bazı kimselere göre insanın işlediği amellerin hepsi cebrîdir. Yani insan onları yapmaya mecburdur. Hem dindarlar hem felsefiler arasında bu görüşe sahip olanlar vardır. Avusturyalı Doktor Freud başta olmak üzere psikologların bir grubu da bu görüşü desteklemektedir. Bu görüşe sahip olan dindar kimselere göre Allahcelle celalühü maliktir. İddia ettiklerine göre bir mühendis bir binayı inşa ederken tuğlanın birisini tuvalet için diğerini ise misafir odası için kullandığı gibi Yüce Allahcelle celalühü da kullarından kimini iyilik kimini kötülük için seçermiş. Sonuç olarak kullarının bazılarını mümin bazılarını da günahkâr olarak yaratmıştır. Hıristiyanlar günahın miras şeklinde nesilden nesile geçtiğini kabul ederek cebir meselesinin yaygınlaşmasına neden oldular. Eğer onların görüşü doğru ise İnsan miras ile teslim aldığı günahtan kefaret olmaksızın kurtulamayacağına göre Mesih’in kefaretine iman etmeyen her insan günahkâr olmaya mecburdur. Tenasüh inanışı da cebir görüşünü destekler. Çünkü yeniden doğuşu, eski günahlarının sonucu olduğundan kendisine ceza olarak belirlenen sınırlar içinde kalmaya mecbur olacaktır. Felsefîlerin görüşü, bazı insanlar istedikleri halde günahtan kurtulamıyorlar şeklindeki tecrübelerine dayanıyordu. Ancak Dr. Freud bunu ilmî bir mesele haline getirdi. Ona göre insanın eğitimi onun iradesinden önce yani çocukluğunda başlar. İrade ve seçme yeteneğine ise yetişkinlik çağında sahip olur. Bundan dolayı iradesi tam olarak bağımsızdır denemez. Tersine irade dediğimiz şey, çocukluk çağındaki etkilerin sonucu olarak ortaya çıkan bazı meyillerdir. Freud’a göre insan, iradesi ve düşüncesinde kendini özgür zannetmesine rağmen aslında onlar çocukluktaki yetişme tarzının sonucudur. Artık bu yetişme şekli onun benliğinin bir parçası haline geldiği için, insan onları bir dış etken olarak kabul etmeyip kendine ait bağımsız bir irade zanneder.

Freud’un bu düşünceleri yeni değildir. Bu görüşün izlerine İslam’da da rastlanır. Mesela Peygamber Efendimizsallallahu aleyhi vessellem şöyle buyurmuştur:

رسول اللہ ﷺ : ’’ کل مولود یولد علی الفطرۃ، فأبواہ یھوّدانہ أو ینصّرانہ۔ ‘‘ (صحیح البخاری، کتاب الجنائز)۔

Yani, çocuk fıtrat (İslam) üzerinde doğduğu halde anne-babası onu  Yahudi veya Hıristiyanlaştırırlar (Sahih-i Buhari, Kitabü’l Cenaiz).  Bu hadis, anne babanın terbiye ve yetiştirme etkisiyle büyüdükten sonra çocuğun, onların görüşüne sahip olup körü körüne onların yolunu seçtiğine işaret etmektedir. Aynen bunun gibi Peygamber Efendimizsallallahu aleyhi vessellem çocuk doğduğunda kulağına ezan okunsun diye buyurmakla, çocukluktaki etkinin genişliğini ve önemini vurgulamaktadır.

Maliki yevmi’d din ve iyyake nağbüdü demekle Kuran-ı Kerim, bu görüşlerin yanlış olan kısmını reddetmektedir. Cebir inanışı doğru olsa ceza ve mükafat anlamsız olur. İyyake nağbüdü demekle insan iradesi bir yere kadar sınırlı olsa dahi, onun bağımsız olduğu kabul edilmiştir. Şüphesiz insan iradesi, hidayeti görüp kendisi için yeni bir yol seçecek kadar bağımsız ve özgürdür. Mesela insan kötü etkilere tabi olsa dahi, Allah’ıncelle celalühü sıfatlarını incelediğinde içinden iyyake nağbüdü sesi yükselir ve bu gerçeği hiç kimse reddedemez. Freud ve onun görüşünde olanlar dünyada ortamların ve düşüncelerin değiştiğine ve hiçbir zaman aynı durumda kalmadığına nasıl bir açıklama getirecekler. Eğer insan iradesi çocukken alınan terbiye ve eğitimin esiri olup bağımsız olmasaydı ilk insandan bu yana dünyanın hep aynı yolun ve görüşün tutsağı olması gerekirdi. Ama dünyanın sık sık değişime uğradığı ve değişime devam ettiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Bundan, insanın çocukluktaki etkilerin sonucu olarak sahip olduğu görüşlerin yönünün değişmesinin mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Kuran-ı Kerim güçlü delillerle bu konuyu açıklamaktadır. Ancak burada bunun ayrıntılarına girmemiz mümkün değildir. Sadece bu ayetten çıkan sonucu özet olarak yazdık.

Cebir inancının tam tersi olan başka bir görüşe göre, insan kendi iradesinde tam manasıyla bağımsız ve özgürdür. Allahcelle celalühü onun işlerine karışamazmış! İslam bu görüşü de reddeder. İslam insanın bulunduğu ortamın etkilerinin göz ardı edilmemesini öğretir. Bundan dolayı her türlü etkiden münezzeh olan bir zatın (Allah’ıncelle celalühü) insanı gözetmesi gerektiğini anlatır. Kötü etkenler tehlikeli bir hal aldığında O, insanın yardımına yetişip onu kurtarır. İyyake nestain duasını öğretmekle Allahcelle celalühü, “Yaratıcınız eli kolu bağlı oturmayıp sizin zorluklarınızı gözetmektedir. Siz O’ndan talep ettiğinizde O size verecektir. Kapısını çaldığınızda O, açacaktır,” demektedir.

Tefsir-i Kebir, Cilt 1, Fatiha Suresinin Tefsiri, Hz. Muslih Mevud radiyallahü anh

Çev.: Raşit Paktürk


[1] Hac suresi, ayet 48

[2] Maide suresi, ayet 4

[3] İnfitar Suresi, ayet 18-20

Start typing and press Enter to search