Minhacü’t Talibîn’den (6)
Minhacü’t Talibîn (Arayanların Yolu ) adlı bu eser, Vadedilen Mesih ve Mehdi’ninas 2. Halifesi Hz. Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed’inra 27 Aralık 1925 yılında senelik “Jalsa Salana” toplantısındaki konuşmasıdır.
BÖLÜM 6
Yüce Ahlaklar neden önemlidir?
Ahlakların ne olduğunu anlattıktan sonra şimdi de, “Neden yüce ahlaklar için çabalayalım ve neden düşük ahlaklardan kurtulalım,” sorusuna gelelim.
Batılı düşünürler felsefi konulara önem verdikleri için, bu soruya da özel ehemmiyet ve önem vermişlerdir. Araştırmacılar derinlemesine düşündükten sonra, “Yüksek ahlaklar kendi zatında iyi şeylerdir. Bu yüzden başka herhangi bir gerekçe olmasa da, sırf iyi bir şey oldukları için onları yapmalıyız,” demişlerdir.
Müslüman düşünürler ise “Ahlaki davranışların arkasında sevap kazanma niyeti olmalıdır,” demişlerdir. Hatta İmam Gazali bunu vurgulamak için, “Birisi sağlığını düşündüğü için zinadan sakınırsa, muttaki[1] değildir” demiştir.
Batı hayranları hemen itiraz ederler.
- Sevap gibi bir beklentisi olan bir doktor aslında bir tüccar değil mi? Öyleyse ona neden iyi diyelim?
- Eğer birisi zinadan sağlığını düşünerek de sakınsa, neden iffetli sayılmasın. Eğer iffetli değilse, şeriatın zinadan menetmesinin gerekçesi nedir? Eğer niyeti sevap elde etmek değilse, ahlak sayılmaz diyorsunuz. Peki, Allahcc neden sevap verir? Onu dinlediğimiz, emrine uyduğumuz için değil mi? Ama soru şudur: “O’nun emirlerinin bir hikmeti var mıdır?” Eğer yok ise, şeriat anlamsızlaşır, fuzuli bir şey olur. Eğer varsa, o zaman birisi aynı hikmeti göz önünde bulundurarak bir iş yaparsa, neden ahlaklı sayılmasın? Emri verirken Allah’ıncc aklında olan hikmeti, işi yaparken o da aklına getiriyorsa, neden değeri düşmüş olsun. Örneğin eğer zinadan sakınma emrinin arkasında sağlık ve toplumun huzuru ve emniyetiyle ilgili hikmetler varsa, neden aynı hikmetleri düşünen ahlaklı sayılmasın ve sevap denilen şeyi de hak etmiş olmasın? Oysa eğer zinadan sakınmak emrinin arkasında hiçbir hikmet yok ise, bu Allah’ıncc şeriatını da anlamsız kılar. O, “Öylesine bir emir vermiştir,” demek zorunda kalırız.
İlk itiraz, müminin bir nevi tüccar olduğuna dairdir. Oysa gerçek şudur ki, bu işin ticaretle hiçbir alakası yoktur. Falanca işi yapan şu bedeli alacaktır ve falanca işten sakınan da şu bedeli gibi bir karar, insanın yaratılışından önce verilmiştir. Dolayısıyla bu ticaret değil, ödüldür. Ticarette insan malının bedelini kendisi koyar. Burada ise bedeli çok önceden belirlenmiştir ve doğal bir bedeldir. Amacımız Allah’ıcc razı etmek olsa da, olmasa da, bu bedeli her zaman alırız. Bu sebepten, bu zaten bir ticaret değildir. Ticaretin kuralları vardır. Ticarette birisinde biraz malı olur, diğerinde de ise para. Mal sahibi malını satıp satmama konusunda da serbesttir. Burada ise durum tam tersinedir. Çalıştırmak isteyen bedelini de belirlemiştir. Yapacak olan ise bir talepte bulunmamıştır. Bir fark daha vardır. Biz zaten Allah’acc muhtacız. Sevap için yaptığımız işler olmasa bile, var oluşumuz dahi O’nun ihsanıdır. Birisi olmadan eğer varlığımız bile kalmıyorsa O’nun şartlı ödüllerine ticaret diyemeyiz. Ticaret, tanısak da tanımasak da, ancak karşısında gani olduğumuz, muhtaç olmadığımız birisiyle yapılır.
Sevap Nedir?
İkinci itiraz makuldür, ama bu durum ancak “Sevap niyeti olmazsa, hiç ahlak sayılmaz” denilirse kabul edilebilir. Gerçek şudur ki, itiraz edenler sevap kelimesini tamamen yanlış anlamışlardır. Sevap para pul demek olsaydı, dedikleri şeyler anlamlı olurdu. Oysa sevap para pul değil, insanın yaratılışının gayesi olan, o en âlâ amaca ulaşılması, onun elde edilmesi demektir. O maksat ise, insanın sıfatlarının mükemmelleşmesi, kâmil olmasıdır. İçimizi tertemiz kılan paklık ve taharet, bizim en bariz cevherlerimiz olup, içimizden fışkırmalıdır. Zahiri ödüller, ya istiare şeklindedir, ya da asıl amaç olmayıp, ara ihtiyaçlardır. Ara ihtiyaçlar ana maksat olamazlar. Herkes dostuna iyi bakar, tüm nimetleri ona sunar, ama bu nimetler asıl gaye değil, sadece araçtırlar. Asıl olan kalbin meylidir, içsel ittisaldir. Aynı şekilde sevap, yemek içmek, para pul demek değildir. Kişisel mükemmelleşme için gereken şeydir. Kuran-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: [2]
وَمَا خَلَقۡتُ الۡجِنَّ وَالۡاِنۡسَ اِلَّا لِیَعۡبُدُوۡنِ ﴿۵۷﴾
Yani, insanın yaratılışının gayesi abd olmaktır. Amaç buysa sevabın anlamı da, ancak bu amaca hizmet eden yani mükemmelleşmesini sağlayan bir şey olabilir. İnsan bu yolu yürümenin gücünü bulmalıdır ve kemale erişmelidir. Ahlaklar da, ancak böyle bir amaç zihnimizde olursa, tam manasıyla ahlak sayılır. Yoksa sadece bağımsız ve amaçsız antrenmanlara benzerler. Muhakkak ki, böyle birisi de dünyevi anlamda biraz faydalanacaktır, ama zihninde her zaman mükemmelleşme isteği ve iradesi yoksa ve buna yoğunlaşmamışsa, Allah’ıncc rızasının talibi değilse[3] nasıl mükemmelleşebilir? Zihinsel işlerin sonucu niyetlere son derece bağlıdır. Hatta bedensel işlerde de, niyetler sonuçları etkiler. Egzersiz yaparken insan, sonucu düşünürse daha iyi netice alır, düşünmezse daha kötü.
İkinci olarak şöyle bir cevap verebiliriz; Allah’ıncc rızası için çalışmamızın sebebi, geleceğin beklentisi değil, geçmişte bize verdiği nimetlere şükretmektir. Yüce ahlakları benimseyip, O’nun gözünde başarılı sayılmak içindir.
Ayrıca itiraz edenler, kendi pozisyonlarını da tam olarak anlamış değillerdir. Eğer ödüllendirilmek mutlaka bencillik anlamına geliyorsa, kendileri de bencildirler. Bir doktor neden bir hastayı tedavi etsin? Merhamet duygusu yüzünden denilirse, o zaman bu bir özde iyilik nasıl sayılır. Zaten mecburdular. Kalpleri onları tedavi etsin diye zorluyordu; başka çareleri yoktu… Bunda onların ne iyiliği olabilir ki? İkinci bir sebep ise, iş birliği anlamında olabilir. Yani insan, bugün ben buna yardım edeyim, yarın da birisi bana yardım eder, diyebilir. Bu durumda da karşılık beklentisi vardır. Bizim durumumuza gelince, herhangi bir kişisel beklentimiz yoktur. Biz, geçmişte zaten bahşedilmiş nimetlerin şükrünü eda ediyoruz.
Devam edecek…
[1] Takva sahibi
[2] Zâriyat (51) sûresi, ayet 57
[3] Çünkü Allah da ancak mükemmelleşince bizden razı olur. Bunu şöyle anlamak da mümkündür. Eğer vücudunu geliştirmek isteyen birisinin aklında mükemmelliği temsil eden bir kişi yoksa, aklında bir hedef olmayacaktır. Tüm antrenmanları hedefsiz ve amaçsız olacaktır. Muhakkak her egzersizden sonra biraz faydalanmış olacaktır, ama bir hedefi olmadığı için, belki tam devam etmesi gereken bir anda duracaktır, yeter diyecektir. Belki de durması gereken bir noktada, gereksiz yere bedenini zorlayacaktır. Çünkü gideceği yer belli değildir. Belki çok azla yetinip “Bu kadar yeter” diyecektir. Yaptığım doğru mudur, yeterli midir gibi sorulara cevap bulmak için herhangi bir kriteri olmayacaktır. Bu durumda çıkan netice, elbette çok yetersiz olacaktır.*


