2012 yılı 9. Barış Sempozyumunun açılış konuşması

“Bir nükleer savaşın yıkıcı sonuçları ve gerçek adalete olan ciddi gereksinim”

İngiltere Müslüman Ahmediye Cemaatinin düzenlediği 9. Barış Sempozyumu Batı Avrupa’nın en büyük mescidi Morden’daki Beytü’l Futuh camiinde 24 Mart 2012 tarihinde yapıldı. Organizasyon, aralarında bakanlar, büyükelçiler, parlamenterler, Londra Belediye Başkanı, diğer mevki sahibi kimseler, çeşitli meslek erbabı, komşular ve toplumun muhtelif kesimlerinden konukların da bulunduğu binin üzerinde bir dinleyici grubunun ilgisini çekti. Bu seneki sempozyumun teması ise “Uluslararası Barış” oldu.

Teşehhüt, Taavvuz ve Besmele’nin ardından Vadedilen Mesihinas Halifesi şöyle buyurdu:

“Tüm Seçkin Konuklar; Esselamu Aleykum ve Rahmetullahu ve Berekatuhu – Allah’ın Selamı ve Bereketi üzerinize olsun.

Bugün, aradan geçen bir seneden sonra, siz seçkin konuklarımıza bir kez daha hoş geldiniz deme fırsatını buldum. Her birinize, zaman ayırıp katılımda bulunduğunuz için çok teşekkür ederim.

Şüphesiz birçoğunuz Barış Sempozyumu olarak bilinen bu organizasyonu iyi tanımaktasınız. Yeryüzünde barışı tesis etme arzumuzu gerçekleştirmek adına ortaya koyduğumuz birçok çabamızdan sadece biri olan bu faaliyet, Müslüman Ahmediye Cemaati tarafından her yıl düzenlenmektedir.

Katılımcılar arasında, bugün bu faaliyette ilk kez hazır bulunan yeni dostlarımız olduğu gibi, bu çabamızı yıllardır destekleyen eski dostlarımız da bulunmaktadır. Her halükarda, hepiniz iyi eğitimli kimselersiniz ve bizim yeryüzünde barışı tesis etme arzumuzu paylaşmaktasınız. Sizler, bu isteğinize binaen bu organizasyona gelip hazır bulunmaktasınız.

Bugün hepiniz burada, dünyanın sevgi, şefkat ve dostlukla dopdolu olması adına candan temenniler taşımaktasınız. İşte tam olarak bu tutum ve bu değerlerin, dünya genelinde büyük bir çoğunluk tarafından özlemi çekilmekte ve ihtiyacı hissedilmektedir. Bunu göz önünde bulundurmanız sonucunda, farklı geçmiş, milliyet ve dinlere mensup olduğunuz halde sizler, bugün karşımda oturmaktasınız.

Belirttiğim üzere, bu konferansı her yıl ve her fırsatta düzenlemekteyiz. Her birimiz, dünyada barış hemen gözlerimizin önünde tesis olmaya başlasın diye, aynı duygu ve ümidi ifade ededuruyoruz. Bundan dolayı da ben her yıl sizlerden, her yerde ve her fırsatta ve her kiminle münasebet kurarsanız, barışı teşvik etmek konusunda çaba göstermenizi istemekteyim. Daha da ötesi ben, sizlerden siyasi partiler ve hükümetlere bağlantısı olanlardan, bu barış mesajını kendi etki alanları içerisinde iletmelerini de talep etmekteyim. Dünya barışının tesisi adına, herkesin yüksek ve ilkeli ahlaki değerlere öncekinden daha çok ihtiyaç duyduğu gerçeği hakkında bilinçlendirilmesi, elzem bir durumdur.

Müslüman Ahmediye Cemaatine gelince, bizler ne zaman ve nerede fırsat doğarsa, orada açıklıkla dünyanın içine sürüklendiği yıkım ve tahribattan korunması için tek yolun, hep birlikte sevgi, şefkat ve toplum algısını yaymak olduğunu ifade edip, görüşümüzü ortaya koyarız. Her şeyden önemli olan ise, dünyanın tek İlah olan Yaratanını tanımasının artık gerekli olduğudur.  O’nu tanımak, bizleri O’nun yarattıklarına karşı sevgi ve şefkate yöneltecektir. Bu kişiliğimizin bir parçası haline geldiğinde ise, bizler Allah’ıncc sevgisini elde edenler olmaya başlayacağız.

Bizler sesimizi, dünyada barış için daima yükseltiriz. Kalplerimizde hissetliğimiz acı ve keder, bizleri çabalamak, insanoğlunun ızdırabını dindirmek ve dünyayı yaşanacak daha iyi bir yer haline getirmek üzere uyandırmaktadır. Şüphesiz bu faaliyetimiz, hedefimize ulaşmak yolundaki çabalarımızdan sadece bir tanesidir.

Daha önce de söylediğim gibi, sizler de bu şerefli arzuları taşımaktasınız. Öte yandan ben, birçok kez siyasetçilere ve dini liderlere barış için çaba sarf etmeleri talebi ile başvurdum. Şimdi tüm bu çabalara rağmen, bizler vesvese ve karışıklıkların dünya genelinde yayılıp artmaya devam ettiğini görmekteyiz. Bugünün dünyasında öyle çok çekişme, huzursuzluk ve keşmekeş bulunmaktadır ki. Bazı ülkelerde halktan gruplar kendi içlerinde savaşıp mücadele etmekteler. Başka ülkelerde ise, halk hükümetle savaşmakta ya da tersi bir şekilde yöneticiler kendi vatandaşlarına saldırmaktalar. Terörist gruplar anarşi ve fitne yakıtını kendi çıkarlarını elde etmek üzere doldurup, masum kadınları, çocukları ve yaşlıları rastgele ördürmekteler.  Bazı ülkelerde sırf kendi çıkarlarını elde etmek adına siyasi partiler birbirleriyle mücadele etmeyi, ülkenin hayrı için bir araya gelmek yerine tercih etmekteler. Kimi hükümetleri ve ülkeleri ise, bakışlarını sürekli diğer ülkelerin kaynaklarına kıskançça dikmiş olarak görmekteyiz. Dünya üzerindeki süper güçler de üstünlüklerini korumak adına tüm çabalarını ortaya koymakta ve bu amaç uğruna her yolu mübah saymaktalar.

Bütün bunları hatırımızda bulundurduğumuzda, ne Müslüman Ahmediye Cemaatinin ne de halktan insanlar olarak sizlerin, bu konuda olumlu değişimler sağlayabilecek politikalar belirleme gücü ve yetkisi bulunmadığı aşikârdır. Bunun sebebi, bizlerin herhangi bir idari yetkimiz veya mevkiimizin bulunmamasıdır. Aslında daha da ileri giderek şunu söylemeliyim ki, dostane ilişkiler geliştirdiğimiz ve bizimleyken daima bizimle hemfikir olan siyasetçiler bile, düşüncelerini açıkça söyleyecek imkâna sahip değillerdir. Aksine, onların da sesleri bastırılmaktadır ve görüşlerini ortaya koymaları engellenmektedir.  Bu, ya parti politikalarına uymak zorunda bırakıldıklarından ya da muhtemelen diğer dünya güçlerinin dış baskıları sonucu veyahut da üzerlerinde baskı oluşturan politik işbirlikleri sebebiyledir.

Bütün bunlara rağmen, her sene burada Barış Sempozyumuna katılan bizler, barışın tesisi için mutlaka büyük bir arzu taşıyoruz ve şüphesiz tüm dinler, tüm uluslar ve tüm ırklar ve kesinlikle tüm insanlar arasında sevgi, şefkat ve kardeşlik bağlarının kurulmasının gerekliliği hakkında duygu ve düşüncelerimizi dile getiriyoruz. Buna rağmen, yine de bu görüşümüzü gerçekten ortaya koymak konusunda maalesef aciz kalmaktayız. Hasretini çektiğimiz sonuçlara ulaşmak için, ne yaptırımımız, ne de imkânlarımız bulunmakta.

Birkaç sene önce gene bu salonda bir Barış Sempozyumu sırasında dünya barışının tesisi için yollar ve yöntemleri detayla zikrettiğim bir konuşmamı hatırlamaktayım. Orada Birleşmiş Milletlerin de nasıl işlemesi gerektiğinden bahsetmiştim. Ardından çok sevgili ve saygıdeğer dostumuz Lord Eric Avebury, bu konuşmanın Birleşmiş Milletlerde yapılması gerektiği hakkında bir değerlendirmede bulunmuştu. Ancak bu yüce gönüllü ve nazik görüşler, onun asil kişiliğinin bir tezahürüydü. Oysa benim tek söylemek istediğim, bir konuşma veya nutukta bulunmanın ya da onu dinlemenin tek başına barışın tesisine rehberlik edemeyeceğidir. Aslında bu esas hedefe ulaşmanın kilit koşulu, tüm meselelerde mutlak adalet ve dürüstlüktür. Kuran-ı Kerim’in Nisa suresi yüz otuz altıncı ayet-i kerimesi, bizlere bu konuda rehberlik edecek bir altın ilke ve öğüt içermektedir. Orada buyrulan, adaletin gereğini yerine getirmek üzere kendiniz, ana-babanız ve yakınlarınız ile arkadaşlarınız aleyhinde tanıklık etmeniz gerekse bile, bunu mutlaka yapmanızdır. Kişisel çıkarların ortak hedefler uğruna bir yana terk edildiği bu durum, işte gerçek adalettir.

Bu ilke hakkında müşterek bir seviyede düşünecek olursak, servet ve nüfuza dayalı haksız kulis faaliyet tekniklerinin terk edilmesi gerektiğini anlayacağız. Bunun yerine, her ülkenin temsilcileri ve elçileri, hak ve eşitlik ilkelerini desteklemek arzusu ile samimi bir şekilde ileri çıkmalıdırlar. Barışa yol açacak yegâne yöntem olduğu için, bizler her çeşit önyargı ve ayırımcılığı da terk etmeliyiz. Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna ve Güvenlik Konseyine bakacak olursak, orada yapılan konuşmaların çoğunlukla büyük övgü ve takdir bulduğunu görürüz. Ancak böylesi övgüler çok anlamsızdır, çünkü asıl kararlar çoktan verilmiştir bile.

Birleşmiş Milletler Genel Kurul Salonu

Bundan dolayı, her nerede kararlar adil ve gerçek demokratik yolların aksine, büyük güçlerin baskı ve kulis faaliyetlerine dayanarak alınıyorsa, o zaman bu tür konuşmalar içi boş, anlamsız ve sadece dış dünyayı aldatmak üzere bir uydurmaca olarak yorumlanır. Hal böyleyken, bunlar bizim bütünüyle hüsrana uğrayıp, pes ederek tüm çabalarımızdan vazgeçeceğimiz anlamına gelmemeli. Aksine hedefimiz, ülke yasalarının sınırları içerisinde kalmak suretiyle, hükümetlere zamanın ihtiyaçlarını hatırlatmak olmalı. Dünya genelinde adaletin galip gelebilmesi için bizler, çıkar gruplarını dosdoğru bir şekilde uyarmalıyız.  Ancak bundan sonra, yeryüzünün hep istediğimiz ve arzu ettiğimiz huzur ve ahenk limanı haline geldiğini göreceğiz.

Bundan dolayı çabalarımızdan vazgeçmemeliyiz, vazgeçemeyiz. Eğer zulüm ve adaletsizlik karşısında sesimizi yükseltmezsek, biz de hiçbir ahlaki değer ve standardı olmayanların arasına katılmış oluruz. Seslerimizin duyulma veya etkili olma ihtimalinin hiçbir önemi yoktur. Bizler diğerlerine barış adına nasihat etmeye devam etmeliyiz. Ben, dini ve milli farklılıkları gözetmeden, sadece insani değerleri savunmak amacıyla, bu denli çok insanın bu faaliyete, dinlemek, öğrenmek ve yeryüzünde barış ve sevgiyi tesis etme yolları hakkında konuşmak üzere geldiklerini gördüğümde, her zaman çok büyük bir haz almaktayım. Bu yüzden hepinizden elinizden geldiğince barış için mücadele etmenizi rica ediyorum. Böylelikle dünyanın her tarafında gerçek barış ve adalet tesis edilene kadar, bizler umudun titrek ve cılız ışığını muhafaza edebilmeliyiz.

Büyük veya küçük birçok ülkenin elinde nükleer silahlar bulunmaktadır.

Hatırımızda bulundurmalıyız ki, insanoğlunun çabaları başarısız olursa, o zaman Yüce Allahcc insanlığın akıbeti hakkında Kendi hükmünü uygulayacaktır. Çok daha hayırlı olan ise, Allahcc Hükmünü harekete geçirip insanları Kendine yönelmeye ve insanlığın haklarını yerine getirmeye zorlamadan, yeryüzündeki insanların bu kritik hususlara kendiliklerinden dikkat etmeye başlamalarıdır. Çünkü Yüce Allahcc harekete geçmeye mecbur kalırsa, O’nun gazabı insanı gerçekten şiddetli ve korkunç bir şekilde kuşatacaktır.

Günümüzde Allah’ıncc hükmünün kendini korkunç bir şekilde gösterme şekli, bir başka Dünya Savaşıdır. Şüphe yok ki, böyle bir savaşın etkileri ve yıkımı bu savaş ve bu nesille sınırlı kalmayacaktır. Doğrusu onun dehşet veren sonuçları, gelecek birçok nesilde kendini sergilemeye devam edecektir. Böylesi bir savaşın feci sonuçlarından sadece biri, onun bugün ve gelecekte yeni doğacak bebekler üzerinde bırakacağı etkilerdir. Bugün mevcut silahlar öylesi tahrip edici etkilere sahiptirler ki, çocukların nesiller boyu ciddi genetik ve fiziksel kusurlarla doğmalarına yol açabilirler.

Japonya, İkinci Dünya Savaşı sırasında nükleer bombaların saldırısına maruz kalmak suretiyle, atom savaşının nefret uyandıran sonuçlarını yaşamış bir ülkedir. Japonya’yı ziyaret eder ve insanları ile görüşürseniz, onların gözlerinde ve sözlerinde bugün hala mutlak bir korku ve savaşa karşı nefret bulunduğunu görürsünüz. Lakin o günlerde kullanılan ve geniş çapta yıkımlara sebep olan nükleer bombalar, bugünlerde çok küçük ulusların elinde bulunan atom silahlarından bile daha az güce sahiptiler.

Üzerinden yetmiş yıl geçmiş olduğu halde Japonya’da söylenen, yeni doğan bebekler üzerinde atom bombasının etkilerini hala açıkça göstermeye devam ettiğidir. Birisi mermi ile vurulduğunda, onun kimi zaman tıbbi bir müdahale sonucu iyileşmesi olasıdır. Ancak bir nükleer savaş patlak verecek olsa, ateş hattındakilerin böyle bir şansları olması söz konusu bile değildir. Aksine o insanları, anında ölmüş ve heykeller gibi donuk bir halde buluruz. Derileri ise tamamen eriyip gitmiştir. İçme suyu, yiyecek ve bitkilerin tamamı radyasyon tarafından kirletilip, etki altında kalacaklardır. Böylesi bir kirliliğin ne tür hastalıklara sebep olabileceğini sadece tasavvur etmek mümkündür. Direkt olarak isabet almamış ve radyasyonun etkilerinin nispeten az olduğu yerlerde bile hastalık ve rahatsızlık riski çok yüksek olacak ve gelecek nesiller daha büyük riskler taşımaya devam edecekler.

Bunun içindir ki, daha önce de söylediğim gibi, böylesi bir savaşın yok edici ve yıkıcı etkileri savaşın kendisi ve akıbeti ile sınırlı kalmayacak ve nesilden nesile geçip duracaktır. Bunlar, işte böyle bir savaşın gerçek sonuçlarıdır. Hâlbuki bugün buluşlarından çokça gurur duyan kimi bencil ve ahmak insanlar, geliştirdiklerini dünya için bir hediye olarak betimlemektedirler.

Gerçek şu ki, nükleer enerji ve teknolojinin sözde faydalı yönleri son derece tehlikeli olabilir ve dikkatsizlik ya da kaza sonucu geniş çaplı bir yıkıma yol açabilir. Bizler böyle felaketlere tanık olduk. Bir tanesi 1986 senesinde şimdilerde Ukrayna’da bulunan Çernobil’de gerçekleşti. Diğeri ise daha geçen sene Japonya’daki deprem ile tsunaminin ardından yaşandı ve yarattığı tehlike ile ülkede büyük korku doğurdu. Böyle olaylar meydana geldiğinde ise, etkilenen bölgelerde yeniden yerleşim başlatmak son derece zordur. Yaşanan benzersiz trajik tecrübe sebebiyle, Japonlar son derece ihtiyatlı olmaya başladılar ve şüphesiz onların korku ve dehşet duymaları tamamen haklıdır.

Savaşlarda insanların ölmesi gün gibi aşikâr bir durumdur. Nitekim Japonya İkinci Dünya Savaşına girdiğinde, gerek hükümeti gerekse halkı, bazılarının ölebileceğini çok iyi bilmekteydiler. Söylenen, Japonya’da yaklaşık 3 milyon insanın öldüğüdür. Bu da ülke nüfusunun yaklaşık %4’üne tekabül etmektedir. Toplama bakıldığında, diğer ülkeler daha yüksek ölüm oranlarına katlandıkları halde, Japonların savaşa karşı nefret ve tiksintisinin diğerlerine oranla daha fazla olduğunu görürüz. Bunun en basit sebebi, şüphe yok ki, İkinci Dünya Savaşı esnasında Japonya’ya atılan iki nükleer bomba ve onların bugün hala tanık olup, katlanmak zorunda kaldıkları sonuçlarıdır. Japonya büyüklüğünü ve tekrar toparlanma becerisini, yerleşimlerini çabucak tekrar iskân edip eski haline döndürmekle ispatlamıştır. Ancak şunu açıkça anlamalıyız ki, nükleer silahlar bugün yeniden kullanılacak olsa, muhtemelen belli bazı ülkelerin kimi bölümleri haritalardan tamamen silinecektir. Onlar yok olacaktır.

Muhafazakâr tahminler İkinci Dünya Savaşında ölenlerin sayısını 62 milyon olarak vermektedir. Ölenlerin yaklaşık 40 milyonunun ise siviller olduğu bildirilmektedir. Diğer bir ifadeyle, askeri personelden daha çok sivil hayatını kaybetmiştir. Böylesi bir yıkım, Japonya dışında her yerde konvansiyonel silahlarla savaşılmış olmasına rağmen gerçekleşmiştir.

İngiltere ise, beş yüz bin insan kaybına katlanmak durumunda kalmıştır. Tabi ki o sıralarda ülke hala sömürgeci bir güçtü ve sömürgeleri de onun safında savaşmışlardı. Onların kayıplarını da dikkate alacak olursak bu sayı milyonları bulacaktır. Sadece Hindistan’da ölenlerin sayısı 1,6 milyon civarındadır.

Ancak günümüzde durum değişti ve düne kadar Birleşik Krallık sömürgeleri olup, Britanya İmparatorluğu için savaşmış ülkeler, bugün bir savaş patlak verecek olsa, Britanya’ya karşı savaşacaklardır. Bundan da öte, daha önce bahsettiğim bazı küçük ülkeler dahi bugün nükleer silah sahibi olmuşlardır.

Çok korkunç olanı ise, böyle nükleer silahların, eylemlerinin sonucunu düşünmeyen yahut da düşünmemeyi tercih eden insanların ellerine geçebilmesi fikridir. Doğrusu, böyleleri sonuçlara bakmazlar bile. Onlar ancak sorumsuzca tetik çekmeye hazırdırlar.

Bu yüzden, eğer süper güçler adaletli davranmayıp daha küçük ulusların gerilimini gidermezlerse ve de önemli ve bilge politikaları benimsemezlerse, o takdirde durum kontrolden çıkıp gider ve bunu takip edecek yıkım ise anlayabileceğimizin ve hayalimizin ötesinde olur. Hatta yeryüzünde barışı arzu eden çoğunluk da bu helakın içine çekilip yutulacaktır.

İşte bundan dolayı benim coşku ile istediğim ve ümit ettiğim, büyük ulusların liderlerinin bu korkunç gerçeği anlamaları ve hedefleri ile amaçlarını elde etmek uğruna sert siyasetler benimseyip, güç kullanmak yerine, adaleti destekleyip koruyacak siyasetleri kabul etmek üzere çabalamalarıdır.

Çok kıdemli bir Rus komutan, geçenlerde nükleer bir savaşın olası tehdidi hakkında ciddi bir uyarıda bulundu. Onun kendi görüşü, böyle bir savaşın Asya ya da başka bir yerde değil, Avrupa’nın sınırları içerisinde cereyan edeceği ve tehdidin ise Doğu Avrupa ülkelerinden kaynaklanıp, ateşleneceğidir. Bazıları, bunun yalnızca onun şahsi görüşleri olduğunu söyleyebilirler. Bense onun görüşlerinin ihtimal dışı olduğunu düşünmüyorum. Hatta buna ek olarak inancım, eğer böyle bir savaş patlak verecek olursa, büyük bir ihtimalle Asya ülkelerinin de buna dâhil olacağıdır.

Geçenlerde basında geniş bir şekilde yer alan bir başka haber de, yakın geçmişte Mossad’tan emekli olmuş bir İsrail istihbarat şefinin görüşleriydi. Onun Amerika’nın tanınmış televizyon kanalı CBS ile yaptığı bir röportajda söylediği, İsrail hükümetinin İran’a savaş açma arzusunun artık aşikâr hale geldiği idi.  Onun söylediği, böyle bir savaş gerçekleşecek olursa, sonunun nereye varacağını bilmenin mümkün olamayacağıdır. Bu sebeple o, kesin bir şekilde böyle bir saldırının yapılmamasını tavsiye etmektedir.

Bu bakımdan benim de görüşüm, böylesi bir savaşın nükleer bir felaketle son bulacağıdır.

Yine geçenlerde tesadüf ettiğim bir makalede yazar, dünyanın bugünkü durumunun ekonomik olarak da, siyasi olarak da 1932’deki ile benzer olduğunu açıklamaktaydı. O, belli başlı ülkelerde insanların siyasetçilere ve sözde demokrasilere hiç güvenlerinin bulunmadığını da belirtmekteydi. Keza onun söylediğine göre, ortada İkinci Dünya Savaşının çıkışı öncesi tanık olunan durumun aynısını resmedecek şekilde bir araya gelmiş daha başka benzerlikler ve paralellikler de bulunmaktaydı.

Kimileri bu analizle hemfikir olmayabilir, ancak onların aksine ben onunla aynı fikirdeyim ve bunun için de dünya üzerindeki hükümetlerin bugünkü gidişat hakkında son derece endişeli ve kaygılı olmaları gerektiğine inanıyorum. Aynı şekilde bazı Müslüman ülkelerin, yegâne hedefleri her ne pahasına olursa olsun iktidarlarını sürdürmek olan adaletsiz liderleri de, akıllarını başlarına toplamalıdırlar. Aksi halde, onların yaptıkları ve aptallıkları batışlarının vesilesi olacak ve kendi ülkelerini de son derece korkunç bir duruma sürükleyecekler.

Müslüman Ahmediye Cemaatinin fertleri olan bizler, dünyayı ve insanlığı bir felaketten kurtarmak üzerede azami gayret içerisindeyiz. Bunun sebebi, bizlerin bu devirde Allah’ıncc Vadedilen Mesih olarak tayin ettiği ve tüm âlemlere rahmet olan Yüce Peygamber Muhammed-i Mustafa’nınsav hizmetkârı olan, Zamanın İmamını kabul etmiş olmamızdır.

Yüce Peygamberinsav öğretilerine uymamızın sonucu, bizler dünyanın durumundan dolayı büyük bir acı ve elem içindeyiz. İşte bu ızdırap,, bizleri insanlığı yıkımdan ve çileden korumak üzere çabalamaya yöneltendir. Bu sebeple ben ve tüm diğer Müslüman Ahmediler, yeryüzünde barışı sağlamak doğrultusunda sorumluluklarımızı yerine getirmek üzere çabalamaktayız.

Barışı teşvik etmeğe çalıştığım bir yöntem, belli başlı dünya liderlerine ardı ardına mektuplar yazmak oldu. Birkaç ay önce Papa Benediktus’a hitaben bir mektup kaleme aldım. Bu, bir Ahmedi temsilcim tarafından kendisine bizzat ulaştırıldı. Mektubumda kendisine, dünyanın en büyük dini zümresinin lideri olması sebebiyle, barışın tesisi için çaba göstermesi gerektiğini bildirdim.

Aynı şekilde, İran ile İsrail arasında kabaran ve çok tehlikeli bir seviyeye ulaşan düşmanlığı görerek, hem İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, hem de İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’a mektuplar gönderdim ve orada onlara karar verirlerken, insanlığın hatırı için her türlü acelecilikten ve düşüncesizlikten kaçınmaları gerektiğini bildirdim.

Geçenlerde Başkan Barack Obama ve Kanada Başbakanı Stephen Harper’a da yazarak, her ikisini de yeryüzünde barışın ve uyumun gelişmesi için rollerini ve sorumluluklarını yerine getirmeye davet ettim.

Yakın bir zamanda diğer devlet başkanlarına yazarak, onları da uyarmayı düşünmekteyim…

Farklı farklı liderlere yazdığım mektuplarıma herhangi bir değer veya önem verilip verilmeyeceğini bilmiyorum. Ancak tepkileri ne olursa olsun, yeryüzündeki milyonlarca Ahmedi Müslüman’ın Halifesi ve manevi lideri olarak, dünyanın korkunç durumu ile ilgili, onların his ve duygularını dile getirdim.

Açıkça bilinmelidir ki, ben bu duyguları herhangi kişisel bir korkudan dolayı değil, insanlığa karşı içten sevgim sonucu ifade ettim. 

İnsanlığa karşı bu sevgi, her gerçek Müslüman’da, Resulullah’ınsav talimatları sonucu gelişmiş ve yerleşmiştir. Önceden de bildirdiğim üzere, o tüm insanlığa rahmet olarak gönderilmiştir.

Bizim insanoğluna karşı beslediğimiz sevginin, Yüce Peygamberinsav öğretilerinin doğrudan bir sonucu olduğunu duymak, büyük bir ihtimalle sizleri çok şaşırtacak ve hatta hayrete düşürecektir. Kafalarınızda sorular uyanabilir ve peki neden masum insanları öldüren Müslüman terörist gruplar var ya da neden iktidarlarını korumak uğruna kendi halkının topluca öldürülmesine hükmeden Müslüman hükümetler bulunmakta, diye sorabilirsiniz.

Şu kesinlikle açıklık kazanmalı ki, böylesi kötülükteki eylemler, İslam’ın gerçek öğretilerine tamamen terstir. Kuran-ı Kerim hiçbir suretle aşırılık ve terörizme izin vermemektedir.

Bizlerin inancına göre Allahcc bu devirde, Müslüman Ahmediye Cemaatinin kurucusu Kadiyanlı Hz.Mirza Gulam Ahmed’ias, Yüce Peygamber Hz.Muhammed’esav tamamen tabi bir şekilde, Vadedilen Mesih ve İmam Mehdi olarak gönderdi. Vadedilen Mesihas, İslam’ın ve Kuran-ı Kerim’in gerçek ve doğru öğretilerini yaymak üzere yollandı. O, Yüce Allahcc ile insanoğlu arasında bir bağ kurmak için gönderildi. Onun gönderilişinin bir sebebi de din savaşlarına son vermekti. O, her dinin tüm kurucu ve peygamberlerine karşı saygı, şeref ve itibarı oturtmak için yollandı. O, en yüksek standartta ahlaki değerlere erişilmesi için dikkatleri çekmek ve barış, sevgi, merhamet ve kardeşliği yerleştirmek için gönderildi.

Dünyanın hangi tarafına giderseniz gidin, sizler bu niteliklerin tüm gerçek Müslüman Ahmedilerde var olduğunu görürsünüz. Bizler için ne teröristler, ne aşırılar, ne de acımasız Müslüman diktatörler örnek teşkil etmedikleri gibi, Batılı güçler de bizim için örnek olamazlar. Bizim takipçisi olduğumuz örnek, İslam’ın kurucusu Yüce Peygamber Hz. Muhammed’dirsav ve yol gösteren talimatlarımız ise Kuran-ı Kerim’dir.

Böylece ben, bu Barış Sempozyumunda tüm dünyaya bir mesaj yolluyorum. İslam’ın mesajı ve öğretileri sevgidir, merhamettir, nezakettir ve barıştır.

Çok küçük azınlık bir grup Müslüman tarafından İslam’ın tümüyle çarpıtılmış bir görüntüsünün sunulduğunu ve onların kendi çarpık inançlarına göre hareket ettiklerini, üzülerek görmekteyiz. Hepinize söylüyorum, bunun gerçek İslam olduğuna inanmamalısınız ve böylece bu sapkın eylemleri barışsever çoğunluk Müslümanların hislerini rencide etmek ya da onları zulmün bir hedefi kılmak için gerekçe yapmamalısınız.

Kuran-ı Kerim, tüm Müslümanlar için en mukaddes ve en mübarek kitaptır. Bu yüzden onun hakkında tacizkâr ve pis bir dil kullanmak ya da onu yakmak, şüphesiz Müslümanların duygularını ağır bir şekilde incitecektir. Hepimiz gördük ki, bu olduğunda çoğunlukla uç görüşlü Müslümanların tümüyle hatalı ve uygunsuz tepkilerine yol açmaktadır.

Hemen yakınlarda, Afganistan’da bazı Amerikalı askerlerin Kuran-ı Kerim’e saygısızlık edip, masum kadınlar ve çocukları evlerinde öldürdükleri iki olayı duyduk. Benzer bir şekilde insafsız bir kimse, ortada hiçbir sebep yokken Güney Fransa’da bazı Fransız askerleri vurup öldürdü ve ardından birkaç gün sonra da bir okula girip, üç masum Yahudi çocuğu ve öğretmenlerinden birini katletti.

Bizce bu davranışlar tamamen yanlıştır ve asla barışa öncülük edemez. Böylesi zulümlerin Pakistan ve diğer yerlerde sürekli vukuu bulduğunu görmekteyiz. Bunlar, İslam muhaliflerine nefretlerini ateşleyecek yakıt sağlayacak ve onlara hedeflerini daha geniş ölçekte kovalamak üzere bahane olacaktır. Daha küçük çaptaki böylesi barbarca eylemler, kişisel düşmanlık veya garez sonucu olmayıp, aslında belli başlı hükümetlerin gerek yerel gerekse uluslararası seviyede benimsedikleri adaletsiz siyasetlerinin sonucudur.

İşte bu yüzden dünyada barışın tesisi için esas olan, adaletin doğru standartlarının her kesimde ve dünyanın her ülkesinde geliştirilmesi şarttır. Kuran-ı Kerim, masum birisinin sebepsizce öldürülmesini, tüm insanların öldürülmesi gibi saymaktadır.

Bu yüzden bir Müslüman olarak tekrar kesin bir şekilde açıklıyorum ki, İslam zulme veya eziyete hiçbir surette, şekil ve tarzda asla izin vermez. Bu kesin bir emirdir ve hiçbir istisnası yoktur. Kuran bunun da ötesinde der ki, bir ülke veya bir kimse size nefret beslese bile, bu onlara karşı davranışlarınızda tamamen makul ve adil olmaktan sizi alıkoymasın. Şu veya bu nefret ve çekişmeler sizi asla öç almaya veya aşırı davranmaya yöneltmesin. Öte yandan Kuran-ı Kerim tarafından bildirilen diğer çok önemli bir kural ise, başkalarının varlıklarına ve kaynaklarına kıskançça veya açgözlülükle bakılmamasıdır.

Sizlere sadece birkaç noktadan bahsettim. Ancak bunlar toplumda ve geniş anlamıyla dünyada barış ve adaletin temelini oluşturdukları için son derece kritik önemde hususlardır. Duam, dünyanın bu kilit konulara dikkatini vermesi ve böylelikle adaletsiz ve yalancı insanların bizi sürükledikleri, dünyanın karşı karşıya olduğu yıkımdan kurtulabilmesi içindir.

Bunu fırsat bilerek, oldukça fazla zaman kullandığım için özür diliyorum. Ancak dünyada barışın tesis edilmesi hususu, aslında muazzam önem arz eden bir konudur.

Zaman tükenmektedir ve çok geç olmadan hepimiz zamanın ihtiyaçlarına büyük dikkat ve önem göstermeliyiz.

Konuşmamı bitirmeden önce, önemli bir husustan söz etmek arzusundayım. Hepimizin bildiği gibi bu günlerde Majesteleri Kraliçe II. Elizabeth’in Elmas Yıldönümü kutlanmaktadır. Zamanı 115 yıl öncesine 1897’ye geri saracak olursak, o zaman da Kraliçe Victoria’nın Elmas Yıldönümü kutlanıyordu. O tarihte, Müslüman Ahmediye Cemaatinin kurucusu Kraliçe Victoria’ya bir kutlama mesajı yollamıştı.

Bu mesajda o, hem İslam’ın öğretilerini nakletmişti, hem de Britanya Hükümeti ve Kraliçenin uzun bir ömrü olması için dualar yollamıştı. Mesajında Vadedilen Mesihas, Kraliçe hükümetinin en iyi özelliğinin, yönetimi altındaki insanların tamamına tanınmış dini özgürlük olduğunu yazmıştı.

Bugünlerde Britanya Hükümeti Alt-Kıta’da artık hâkim değildir, ama din özgürlüğünün ilkeleri Britanya toplumunda ve her bireye inanç özgürlüğü tanıyan kanunlarında hala derin köklere sahiptir.

Şüphesiz bunun en güzel örneğine, bu akşam burada farklı inançların, dinlerin ve fikirlerin ortak bir istek olan dünyada barışı aramak adına bir araya gelmesiyle tanık olmaktayız.

Bu sebeple Vadedilen Mesih’inas kelimeleri ve dualarını kullanarak Kraliçe Elizabeth’e kalp dolusu tebriklerimi bu vesile ile sunmak istiyorum. Vadedilen Mesihas demişti ki:

“Mutluluk ve minnet dolu tebriklerimiz şefkatli Kraliçemize iletilsin. Ve saygın Kraliçemiz daima mutlu ve hoşnut kılınsın.”

Vadedilen Mesihas bundan sonra Kraliçe Victoria için dualarda bulundu, keza ben de onun kelimeleri ile Kraliçe Elizabeth’e dua edeceğim:

“Ey Kudretli ve Ulu Allah. Senin Lütfun ve Bereketlerin bizim şerefli Kraliçemizi ebediyen mutlu kılsın ki, bizler de aynı şekilde onun himmeti ve teveccühü altında mutlu yaşayalım. Keza kendisine karşı müşfik ve sevecen ol ki, bizler de onun yüce gönüllü ve muttaki yönetimi altında barış ve refah içinde yaşam sürelim.”

Bunlar Britanya vatandaşı olan her Müslüman Ahmedinin taşıdığı minnet düşünceleridir.

Son olarak buraya gelip sevgi, şefkat ve kardeşliğini gösteren sizlere, kalbimin en derinlerinden minnetimi bir kez daha ifade etmek istiyorum.

Çok teşekkür ederim.”

Start typing and press Enter to search