Yıldızlı Gecenin Üzerine İndiği Kişi (1)
“Tevekkül üzerinde bir yazı o kadar derin, geniş ve manevi anlamlarla doludur ki, benim bu konuda bir şey söylemeye cüret etmemem gerekir. Ne bu sonsuz denizin genişliğinden haberdarım ne de bu konuda bir şey yazabilecek konumda veya eğitime sahibim. Ancak bazı gözlemlerim beni bunları başkalarıyla paylaşmaya zorunlu kılıyor çünkü bana göre böyle gözlemler ulusal bir emanet niteliğindedir.
Allah’ın lütfu ve Hazreti Halifetü’l Mesih V. (Allah yardımını ve desteğini esirgemesin) sevgisi ve şefkati sayesinde 2004 yılında hayatımı vakfetme saadetine nail oldum. Hayatımda kayda değer başka bir şey yoktur. Bugün sunmayı planladığım şeyleri, Hazret’in şefkat dolu davranışları sayesinde onun huzurunda bulunma fırsatı verilmeseydi anlatmazdım. Eksikliklerim ve kusurlarım öyle ki, Hazret’in yüzüne bakmaya cesaret edemem. Bu sadece ve sadece Hazret’in şefkatidir ki, beni huzuruna kabul eder. Bu değerli anlarda, bu köle efendisinin huzurunda olduğunda, hiçbir an sıradan anlar arasında yer alamaz. Her an kendi içinde paha biçilmez hazineler barındırır.

2004 yılından bu yana Hazreti Halifetü’l Mesih V. (Allah yardımını ve desteğini esirgemesin) ile resmi görüşmeler için onun huzuruna çıkıyorum. Ancak Hazreti Mirza Masrur Ahmed Sahib’in halifelikten önce de huzuruna çıkma fırsatım oldu. O zamanlar Eğitim Nazırı görevindeydi. Lisans eğitimimden sonra yüksek lisans başvuru zamanı geldiğinde, üniversiteye gitmek yerine özel olarak yüksek lisans sınavlarına girmek istediğimi Hazret’e arz ettim. Hazret bu düşüncemi reddederek, üniversiteye giderek elde edeceğim deneyimi evde oturarak elde edemeyeceğimi söyledi. Bu ifadenin her kelimesi doğru ve haklıydı. Gerçekten de üniversite ortamının insana kazandırdığı deneyimi özel sınavlarla elde edemezsiniz. Üniversite ortamında büyük akademisyenler, düşünürler ve harika kütüphaneler bulunur. İnsan, ders dışında bile, istemese bile çok şey öğrenir ve anlar. Bu, hayat boyu insanın işine yarayan bir hazinedir. Ancak bugün bu yazının başında, Hazret’in huzurunda bulunmanın sağladığı deneyimi, dünyadaki hiçbir kütüphane, üniversite veya düşünürün veremeyeceğini kabul etmek istiyorum. Şairin dediği gibi, “İşte böyle, kalbim nurla dolup taşsın,” hali yaşanır ve bu ne güzel bir haldir. Orada, ağzınızdan çıkan her kelime saygıyla karşılanır.”
Hangi konudan bahsedilip hangisinin bırakılacağına karar vermek zor. Bugün sadece tevekkül konusunu ele alalım. Zaman bulursam diğer konuları ele almaya çaba göstereceğim.
Genelde insanlar, “Keşke Hazreti Muhammed Mustafa (sav) zamanında olsaydık” ya da “Keşke Hazreti Mesih-i Mevud (as) döneminde yaşamış olsaydık” diye hayıflanırlar. Bu dilekler kesinlikle aşk ve sevginin işaretleridir, ancak ne yapalım ki bu sadece bir özlem olarak kalır. Bu konuda yapılacak bir şey yok. Ancak, kalbimize teselli ve gurur vermesi gereken bir şey yok mu? Biz, Ahmediye Hilafeti döneminde yaşayan şanslı insanlarız. Biz, Hazreti Muhammed Mustafa (sav) ve Hazreti Mesih-i Mevud’un (as) halifesi ve vekili olarak onların makamında oturan kişiyi görebiliyoruz. Bu nedenle, tevekkül konusunda Hazreti Muhammed Mustafa (sav) ve Hazreti Mesih-i Mevud’un (as) hayatlarından öğrendiğimiz ve duyduğumuz her şeyin yansımasını, onların işini devam ettiren ve onların vekili olan bu kişide çok belirgin bir şekilde görüyoruz.

28 Mayıs 2010 Cuma günü, Ahmediye Cemaatinin tarihinde her zaman o büyük zulüm ile hatırlanacaktır. Zalim düşman, masum Ahmediye mensuplarına vahşice saldırarak onların cesaretini kırmaya çalıştı. Düzinelerce Ahmedi’yi kurşun yağmuruna tutarak şehit ettiler. Her televizyon kanalı bu zulmün ve baskının görüntülerini yayınlıyordu. Dünyanın dört bir yanındaki hemen her Ahmedi’nin zihni ve kalbi, bu kanlı haberle sarsıldı. O sırada Londra’da cuma vakti yaklaşıyordu. Her Ahmedi her zamanki gibi sevgili halifesinin cuma hutbesini dinlemek için sabırsızlanıyordu, ama o gün bu sabırsızlık had safhadaydı. Biz de MTA’da bu durum karşısında, Hazret’in belki de Londra Fazl Camisinden hutbesini vereceğini düşündük ve orada hazırlık yaptık. Ancak Londra Fazl Camisinden konvoy tam zamanında hareket etti, tam zamanında Baitul Futuh Camisine ulaştı ve Hazret, her zamanki gibi tam zamanında cuma hutbesini verdi. Yüzünde her zaman olduğu gibi o huzur vardı; hangi durumda olursa olsun, Hazret’in mübarek yüzünde her zaman görülen huzur. Bu huzuru görmekle hepimiz de huzur bulduk. Hazret’in huzurlu mübarek yüzünü görmekle cemaatin yarı sıkıntısı anında yok oldu.
Genel beklenti, hutbenin yalnızca Ahmediye Cemaatinin camilerine yapılan silahlı saldırı ve büyük can kaybı hakkında olacağıydı. Ancak sıradan bir insanın aklı ve anlayışı, Allah’ın seçilmiş halifesine bahşettiği derin ferasetin önünde küçüktür. Hazret hutbesinde cemaatin dini ve manevi eğitimine yönelik öğütlerde bulundu ve sonunda cemaat üyelerini Lahor’da gerçekleşen olay hakkında bilgilendirdi ve dua etmeye teşvik etti. Özellikle kayda değer bir cümle vardı ki, Hazret, saldırganların kontrol altına alınıp alınmadığının henüz bilinmediğini söyledi. Bu, çok ince bir işaretti; böyle bir durumda erken yorum yapmanın riskine dikkat çekiyordu. Bu nedenle Hazret, bu noktada yetindi ve cemaat üyeleri de paniğe kapılmamalı, dedikodulara kulak asmamalı ve doğrudan ya da dolaylı olarak, kasten ya da istemeden bu tür söylentilere katkıda bulunmamalıdır, dedi.
Bu girişten asıl anlatmak istediğim konuya geliyorum. O trajik günde, Cuma hutbesinden kısa bir süre sonra, Hazret’in huzuruna çıkma fırsatım oldu. Şöyle ki, birkaç gün önce MTA ile ilgili bazı konularda rehberlik istemek için Hazret’e yazmıştım. Hazret, bu konuda detaylı bir notla şefkat göstererek talimatlar verdi ve sonunda, “Detaylar sözlü olarak, Cuma akşamı veya Cumartesi sabahı” diye yazdı. Ben de Cuma akşamı Özel Kalem’e gidip hazır olmayı planladım. Eğer Hazret hatırlarsa, huzuruna çıkacaktım, aksi takdirde Cumartesi sabahı gidecektim.
Ancak Cuma sabahı bu üzücü olay meydana geldi. Her Ahmedi gibi ben de cemaat bu kadar acı ve keder içindeyken, Cemaatin İmamı’nın kalbinde ne fırtınalar koptuğunu düşündüm. Onlar için canını veren her Ahmedi, evlat gibi hatta daha da kıymetliydi. Bu durumda huzuruna çıkmanın uygun olmayacağını düşündüm. Ama sonra, Hazret’in talimatlarına aykırı olarak kendi başıma nasıl karar verebilirim diye düşündüm. Bu kararsızlık içinde Özel Kalem’e gittim. Özel Kalem Müdürü değerli ve saygıdeğer Münir Ahmed Cavid Beye danıştım. O da, “Burada otur, eğer hatırlarsa görüşürsün, aksi takdirde yarın ya da hatırladığı zaman görüşürsün,” dedi. Bekleme odasında oturdum. Kısa bir süre sonra, Özel Kalem Müdürü, Hazret’in ofisinden çıktı ve beni çağırdığını söyledi.
Farklı beklentilerle içeri girdim. Her zamanki gibi, İslam’ın güneşi tüm parlaklığıyla parlıyordu. Odada, Hazret’in mübarek yüzünde ve çalışma tarzında hiçbir değişiklik yoktu. Her zamanki gibi büyük bir huzurla, Allah vergisi işiyle meşguldü. Karşısındaki sandalyeye oturdum. “Ne diyorsun?” Hazret’in bu sevgi dolu cümlesi, soru soran kişiye cesaret veriyor, aksi halde orada kendi başına konuşmaya başlamak mümkün değil.
MTA ile ilgili meseleyi arz ettim ve Hazret büyük bir şefkatle bu konu hakkında detaylı rehberlikte bulundu. Sanki o an sadece bu mesele üzerinde duruluyor ve tüm dikkat bu meseleye odaklanmış gibiydi. Biz neyiz ki ve bizim meselelerimiz nedir ki, ama bu şefkat dolu varlığın her zaman yaptığı şey, en küçük mesele bile olsa büyük bir dikkatle dinlemek, üzerinde düşünmek ve huzur içinde rehberlikte bulunmaktır. Sıradan bir insan aynı anda iki meseleyle karşı karşıya kalsa kafası karışır ve öfkelenip sinirlenebilir. Ama Allah’ın kendi işlerini ve kullarının liderliğini üstlenmesi için seçtiği kişi, zihninde binlerce mesele dolaşırken bile her konuyu yerine oturtup çözebilen biridir. Soruyu soran kişi, o an sadece kendi meselesinin Hazret’in meselesi olduğunu hisseder ve bu his, başlı başına bir şifa olur.
Bu tuhaf anda da aynı şeyi hissettim. Hazret’in dikkat ve rehberliği benim meselemi çözdü. Hazret’in huzuruna çıkanlar bilirler ki, görüşmenin sonu da tuhaf bir aşamadır. Hazret’in zamanının değerini bildiği halde, kendiliğinden kalkıp gitmek saygısızlık gibi gelir. Oturmaya devam etmek ise Hazret’in zamanını boşa harcamak olur. Bu durumda Hazret’in sevgi ve şefkat dolu “Başka? Tamam mı? Peki o zaman!” sözleri, soruyu soranın tereddüdünü giderir. O gün de bu sözlerle kalktım. Ama o gün başka bir tereddüt de vardı ve bu, Pakistan’daki masum Ahmedilere yönelik katliamdan dolayı nasıl sessizce kalkıp gidebileceğimdi. Taziye, sünnete uygun, müstehap ve güzeldir; hele ki 80’den fazla çocuğu acımasızca şehit edilen birine taziyede bulunmak daha da anlamlıdır. Allah bana cesaret verdi ve “Hazret, bugünkü trajedi için çok üzgünüm,” dedim.
Genelde böyle ifadeler bir beklenti ve cevap içerir. Ama Hazret büyük bir sabır, sükunet, vakar ve cesaretle, “Evet, üzgünüz! Allah bilir, onların başka ne planları var! Bundan sonra ne yapacaklarını kim bilebilir? Ama kendi yıkımlarını kendi elleriyle hazırlıyorlar. Bunu daha önce de söylemiştim,” buyurdu.
Subhanallah. Allah’ın bu generali, hakikatin bayrağını taşıyarak batıla karşı savaşan biri. “Câel-hakku ve zehakel-bâtil” (Hak geldi, batıl zail oldu) inancına bu kadar sağlam bir şekilde sahip olmak, Allah’ın gönderdiği kişilerden başkasına nasip olamaz.
Zorluk veya kolaylık, darlık veya refah olsun, Allah’ın bu generali, gözünü Allah’ın dininin zaferine dikmiştir. Yüreğinde, akan kanın acısı var, ama bu acıyı sadece yüreğine misafir etmekle kalmamış, aynı zamanda bu acıyı Allah’a sunmuştur. Allah yolunda feda olan canlarla birlikte, kendi acısını ve kederini de Allah’a sunmuştur. Bu trajedi gerçekleşti, şimdi ne yapmam gerekiyor, ne olacak, batıl ne tür zulümler yapacak ve Allah’ın bana verdiği hak bayrağını nasıl daha yükseklerde dalgalandıracağım. Kendi cemaatinin moralini nasıl yüksek tutacağım ki onlar da bu bayrağı benimle birlikte taşısınlar ve onu yükseltme gayretinde olsunlar. Ancak bu endişeler değil, Allah’ın bu en sevdiği kulunun Allah’a emanet ettiği olasılıklardır. Tevekkülün öyle bir örneğini sergiledi ki, bu örnek her cemaat üyesi, hatta İslam ümmeti ve insanlık için muazzam bir model oldu.
Daha sonra Hazret, hutbelerinde bu trajediyi de anlattı, ama büyük bir sabırla. Dünya buna sabır der, ama biz biliyoruz ki bu, sabırdan da öte, tevekkülün muazzam bir makamıdır ki, içinde Peygamber Efendimiz (sav) ve Hazret-i Mesih-i Mevud’un (as) izlerini taşır. Bir de şu var: Bu yıl Almanya Yıllık Toplantısı’nda Hazret, bu trajediyle ilgili duygularını ifade etti. Bir düşünün, bu kadar ifade bile tüm cemaatin yüreklerini titretti, eğer Hazret duygularını ve hislerini açıkça ifade etseydi, belki de yüreklerimiz parçalanır ve buna dayanamazdık. Dolayısıyla, tevekkülün en iyi örneği olan bu kişi, kederini Allah’a sunduğunda, ne tür bir kaos yaşanırdı, bunu Allah ve onun halifesi bilir, ama bu düşünce bile yürekleri ürpertir.
Başka bir olayı daha anlatmak istiyorum. 26 Eylül 2015’te Londra’daki Baitul Futuh Camii’ne bitişik komplekste yangın çıktı. İlk başta, mutfakta bir ihmal olabileceğini ve bunun sonucunda alarmın çaldığını düşündüm. O sırada, saygıdeğer Seyyid Mir Mahmood Ahmad Nasir ile birlikte, Londra’da Hazreti Muslih Mevud’un (ra) ziyaret ettiği veya konuşma yaptığı yerlerin çekimini yapmak için Londra’nın diğer bölgelerindeydim. Geri dönerken, iş arkadaşım Qasid Muin Ahmad’dan Baitul Futuh’ta yangın alarmının çaldığını belirten bir mesaj aldım (MTA ofislerimiz ve stüdyolarımız Baitul Futuh’ta bulunmaktadır). Daha önce de mutfaktan çıkan dumanın yangın zannedilmesi veya test amaçlı alarm çaldığı olmuştu. Ancak, kısa süre sonra gelen mesajda, Baitul Futuh ve bitişik komplekste bulunan tüm insanların binayı boşaltmaları ve tamamen dışarı çıkmaları gerektiği, çünkü yangının yayıldığı bildirildi. Şimdi olayın ciddiyetini ve vahametini anlamıştım. Saygıdeğer Mir Sahib’i misafirhaneye bıraktıktan sonra Baitul Futuh’a yöneldim ve oraya vardığımda gördüklerim yürek parçalayıcıydı. Siyah ve beyaz duman dalgaları kompleksten yükseliyordu. Bina’nın ön kısmı yanarak kararmıştı. Arabayı uygun bir yere park ettim ve koşarak caminin önünde bulunan iş arkadaşlarımın yanına gittim ve bu manzarayı izlemeye başladım. Orada bulunan herkes çok endişeliydi. İçeride ofisler, ofis kayıtları vardı ve bizim için en önemlisi, içeride Halifelerin sayısız videolarının bulunduğu MTA’nın video kütüphanesi vardı. Stüdyolarımızda kurulu olan yüz binlerce pound değerinde değerli ekipman vardı. Zihnimde ofisimin görüntüsü canlanıyordu. Sekiz, on yıllık bir süre boyunca Huzur-i Enver’den aldığım, onun mübarek eliyle yazılmış yüzlerce talimat vardı. Hazret’in yazdığı her kelime bizim için bir rehberdir; orada çok değerli bir hazine vardı. Bu kıymetli mektupların düşüncesi aklımdan çıkmıyordu. Bir iki kez, duman bulutları yükseldiğinde, içinde birçok yanmış kağıdın havada süzüldüğünü gördüm. Yüreğim daha da sıkıştı. Ya Allah! Bu, sevdiğin kişinin el yazısıyla yazdığı mektuplar olmasın. Kendimi suçluyordum, çünkü bu mektupları tarayıp güvenli bir şekilde saklamayı birkaç kez düşünmüştüm. Başka bir yerde kopyalarını saklamalıydık ama ne büyük bir dar görüşlülüktü. Hep “İnşaAllah, bir gün yaparız” diye düşünmüştüm. O gün öğrendiğim birçok dersten biri de, Halife’nin el yazısını alır almaz kopyalarını saklamak gerektiğiydi. Zamanın çok olduğunu düşünüyoruz. Ancak bireyin zamanı ile milletin zamanı iki farklı boyuttur. Allah’ın gönderdiği kişinin sözü olduğunda, zaman ve mekan kavramı değişir. Bireyin zamanı ile milletin zamanı aynı nehrin iki paralel akıntısı olarak görülmemelidir. Bireysel zamanımız yavaş bir akıntıdır ve cemaatin zamanı, dağları, zirveleri, ovaları aşarak bir yerlere varan hızlı, dalgalı bir nehirdir. Bireysel zamanımız başka bir boyuttadır ve ulusal zaman başka bir boyuta aittir. Cemaat işinde, kaybettiğimiz bir an bile bizi gelecek nesillerin önünde hesap vermek zorunda bırakabilir. Bu pişmanlık ve üzüntü içinde, o dumanı izledim.
Aynı günün akşamı ‘Rah-i Huda’ programı canlı yayınlanacaktı. Ancak, Baitul Futuh yönetimi, itfaiyenin “İkinci bir duyuruya kadar içeri kimse giremez” dediğini iletti, çünkü yangının yayılmasının durup durmadığı henüz belli değildi. Bu bilgiyle, herhangi bir canlı yayını iptal etme planına göre istişare ettik ve programın yayınlanmasının mümkün olmadığına; bugün canlı yayın yerine önceki programın tekrarının yayınlanmasına karar verdik.
Sonra, yangının video kütüphanesini sardığı haberi geldi. Bu haberi duyunca yüreğim sıkıştı. Tam bu haber gelmişken cep telefonum çaldı. Özel Kalem Müdürü’nden gelen bir telefonun acil ve önemli olduğunu biliyordum. Hemen telefonu açtım ve Özel Kalem Müdürü kısaca ama öz bir mesaj verdi: “Huzur sizi çağırıyor.” Tereddüt etmeden aracımı Fazl Camii’ne doğru sürdüm. Tesadüfen aracımı erişim yasak bölge dışında bir yere park ettiğim için şükrettim. Koşarak araca ulaştım ve Fazl Camii’ne doğru yola çıktım. Bu tür durumlarda bile, Londra’nın meşhur trafiği hiçbir zaman engel olmadı. 12-15 dakika içinde Özel Kalem Müdürü’nün ofisindeydim.
Özel Kalem Müdürü, Huzur’un henüz ofisten konutuna geçtiğini, ancak hemen bilgi vereceğini söyledi. Yaklaşık on dakika sonra, Huzur’un ofisindeki ışık yandı, yani Huzur ofise gelmişti. Çağrıldığımda huzura çıktım. Şimdi yazacağım kelimeler, hafızamda nasıl yer ettiyse öyle aktarılacaktır (manayı kesinlikle koruyarak).
Huzur, “Ne oldu? Çok telaşlı görünüyorsun,” dedi. “Huzur, yangın yayılarak kütüphanemizi de yaktı,” dedim. “Ne olmuş yani? Bu tür olaylar cemaatlerin işlerini durdurmaz!” dedi.
Üzüntüyle arz edildi ki, Efendim, burada halifelerin programları vardı, bu arşivde hepsi yanmış olmalı.

Şöyle buyurdu: “Hazreti Mesih Mev’ud’un (as) sesi gramofona kaydedilmişti, biliyor musunuz? O da kaybolmuştu. Bundan daha değerli ne olabilirdi? Onun kaybolmasıyla cemaatin işleri durmadı! İşler devam etti, değil mi?”
Evet efendim aynen böyledir diye arz ettim. Orada hiç kimse “efendim bu aklımıza hiç gelmedi” deme cesaretinde bulunamaz. Aklı eksik bizler yas tutuyor halde duruyorduk.
“Yangın söndürmeyi biliyor musunuz?”
“Hayır, Efendim!”
“Orada sizin içeri girmenize izin verirler miydi? Yangını söndürmek için?”
“Hayır, Efendim!”
“O zaman hemen buraya, Fazl Camisine gelmeniz ve buradaki stüdyoyu hazırlamanız gerekirdi. Siz MTA çalışanlarının hepsi burada toplanmalı ve bu durumda yayınlarda herhangi bir kesinti olmaması için ne yapılması gerektiğini görmeliydiniz.”
Öyle bir durumdaki pişmanlık ne anlatılabilir ne de buna gerek vardır. Herkes az çok tahmin edebilir. Bu aciz, Huzur’dan özür diledi. Aynı zamanda kendisi şöyle buyurdular: “Şimdi burada oturun ve MTA’da yayınlanacak haber bülteni hazırlayın. Ama siz muhtemelen bir şey de yememişsinizdir. Görünüşünüzden belli oluyor. Aç ve susuz duruyorsunuz. Önce dışarı çıkın, bir şeyler yiyin, sonra bunu hazırlayıp geri getirin.”
Bendeniz dışarı çıktı. Huzur’a olan sevgiyle kalbim dolup taşıyordu. Böyle bir durumda bile bu değersiz, layık olmayan ve yetersiz kulunun açlığını düşünmüştü. Dünyada böyle bir padişah kim görmüş olabilir ki, sıradan bir hizmetkarının açlığını bile düşünsün, hem de böyle acil bir durumda. Bu padişah milyonlarca insanın açlığını ve susuzluğunu hissediyor. Hem normal açlığı hem de ruhani susuzluğu. İçimden her şeyi Efendi’ye kurban etmek geldi. Ama ne kurban edeyim? Allah’ın lütfuyla her şey zaten sizin verdiğiniz.
Emri yerine getirerek, hemen önümde duran bisküvileri yedim. Ve haberi hazırlamaya başladım. Haberde vermek için gerçeklerin güvenilir kaynaklardan doğrulanması gerekliydi. Yangın ne zaman çıktı, ne kadar yayıldı, hâlâ yayılıyor mu yoksa ne ölçüde kontrol altına alındı gibi. Bu bilgileri elde ederek, MTA’da okunacak bir haber hazırladım. Dünyanın dört bir yanındaki güvenilir haber kanalları bu yangın haberini yayınlıyordu. Dünyanın her yerindeki Ahmediler endişe içindeydi. Huzur-u Enver’in gözünde de bu endişe olmalıydı ki, Huzur kendi gözetiminde haber hazırlattı.
Haber hazır olunca, Huzur’un huzuruna çıktım. Huzur, haber metnini dikkatle inceledi. Kendisi de bir telefon görüşmesi yaptı ve en son durumu sordu. Sonra haber metnini onaylamadan önce bir düzeltme yaptı. Haberde “Londra İtfaiyesi’nin açıklamasına göre yangın kontrol altına alındı ve şimdi söndürme çalışmaları devam ediyor” yazıyordu.
Huzur düzeltme yaparken bu cümleden önce “Allah’ın lütfuyla” ifadesini ekledi.
Aynı zamanda “Kendileri mi kontrol altına alacaklardı?” diye buyurdu.
Sonra Huzur-u Enver’e “Rah-i Huda” programının canlı olmayacağı, önceki programın tekrar yayınlanacağı arz edildi. Huzur, programın canlı olacağını söyledi. “Hemen buradaki stüdyoyu hazırlatın ve programın hazırlıklarını yapın. Cemaatin hiçbir işi küçük şeylerle durmaz,” diye buyurdu.
Akıl hayrete düşüyor. Biz acil durum olduğunu düşünerek oturuyoruz, herkes endişeli. Ama Vaktin Halifesinin her sözü, her hareketi, her işareti hal diliyle anlatıyor ki, halife Allah’ın seçimidir. Bu yüzden onun bakışı ufuktan da öteye uzanıyor. Biz ufukta yangının dumanını görüyoruz. Onun ötesinde görüşümüz bulanıklaşıyor. Panik hâkim. Ama Allah’ın tayin ettiği halifenin bakışı, ufka yayılan duman bulutlarının çok ötesini görüyor. İngilizcede “smoke screen” terimi, arkasında gerçeği gizleme çabası olan eylemler veya sözler için kullanılır. Dünya her türlü “smoke screen” aracılığıyla, hatta kelime ve anlam açısından da, bakışımızı gerçeklerden uzaklaştırmaya çalışıyor. Biz kısa görüşlüler, eğer o basiretli göz mevcut olmazsa bunun ötesini göremeyiz de. Kur’an-ı Kerim’in, adını hilafet koyduğu, Hz. Peygamber’in (sav) kalkan olarak nitelendirdiği ve Hz. Mesih Mev’ud’un (as) bize şu müjdeyi verdiği göz: Bu nimet her zaman sizinle kalacak, sizi koruyacak, gözünüzün göremediği yere dair size haber verecek, size akıl verecek, bilinç verecek ve hayır kapsamına giren her şeyi verecek. Kur’an-ı Kerim kesin hükmünü vermiştir ki gözleriniz Allah’a ulaşamaz, ama O gözlere ulaşır. Ancak hilafet, gözlerinizi öyle bir hale getirecek ki Allah’ın tecellisini cezb edebilecek duruma gelecekler.
MTA’da bu haber de yayınlandı. O gün ‘Rah-i Huda’ da canlı yayınlandı. Programda canlı arama özelliği zaten vardır. O gün her iki arayanın biri, programda değilse bile, yangın hakkında çevrimdışı endişesini dile getirdi. Programın sonunda haberin metni tekrar okundu ve en son durum hakkında bilgi verildi.
Program bitiminde, bu fakir yukarıdaki stüdyodan aşağıya indi ki gidip Huzur’a programın sorunsuz bir şekilde yayınlandığını ve herhangi bir zorluk yaşanmadığını bildireyim. Ancak aşağı indiğimde öğrendim ki yurt dışından gelen bir heyet Huzur-u Enver ile görüşme şerefine nail oluyordu. Bu görüşme Mahmud Salonu’nda gerçekleşiyordu. Akşam namazı vakti yaklaşıyordu. Bu fakir, Mahmud Salonu’nun Huzur’un camiye teşrif buyuracağı tahmin edilen kapısının dışında durdu. Ses sisteminden Huzur’un ve dinleyicilerin sesleri dışarıya kadar geliyordu. O etfal (çocuklar) ve hüddamlar (gençler) doya doya Hazret’in huzurunda oturma fırsatı buldular. Sorular sordular. Huzur cevaplar lütfetti. Onların meselelerini dinledi, rehberlik etti, talimatlar verdi. Onlarla hafif sohbetler de etti. Hepsi Huzur’un konuşmasından hem faydalandılar hem de hoşnut oldular. Mecliste üzüntü veya keder izine rastlanmadı. Şüphesiz Huzur’un kalbinde yangınla ilgili en son durumun ne olduğunu öğrenme arzusu vardı, ancak bu aynı kişiydi ki az önce tüm haberi okuduktan sonra “Allah’ın lütfuyla” ifadesini kaydetmişti. Öyleyse Allah’ın halifesi, Allah’ın lütuflarına gözünü dikmiş, daha fazla lütuf beklentisi içindeydi. Tevekkülün bu denli yüksek standardına sahip bir Allah adamını takip eden cemaat nasıl zayıf olabilir ki? Huzur’un bu tevekkülü bizim için eşsiz bir örnektir. Sonraki hutbesinde Huzur tüm olayı aydınlattı, cemaate teselli verdi ve Allah’ın kendisine bahşettiği o tevekkül noktasına çekti. Allah’ın lütuflarını özümsemeyi telkin etti ve bakışlarımızı daima yüksekte tutma öğretisiyle şereflendirdi.
Asıf Mahmud Bâsıd
Çeviren: Raşit Paktürk


