Üzerine Yıldızlarla Süslenmiş Gecenin İndiği Kişi (2)

Bir süre önce Hz. Musa’nın beyaz el ile ilgili olayını, Hz. Muslih Mevud’un açıkladığı tefsirinde okuma fırsatı buldum. Hz.Muslih Mevud (ra) şöyle açıklıyordu: Musa’nın kavminin bu el vasıtasıyla elde edeceği hidayet ve rehberlik de olabilir, ancak bu olayda Hz.Musanın elinden gerçekten nurlu dalgalar çıkmış olabilir. Çünkü Allah, seçkin kullarına öylesine nur bağışlar ki o nur onların vücudundan çıkarak diğerlerine de sirayet eder. Huzur (ra) şöyle buyuruyor: Bazen insanlar benimle konuşurken, ben içlerinde konuştukları şeyden farklı bir durum görürüm. Bazen biri görünüşte elimi öper, ama ben elime pislik bulaşmış gibi hissederim.

Bunu okuyunca kalbim korkuyla doldu. Biz de Seyyidina Hazret-i Halifetü’l Mesih’in huzuruna çıkıyoruz. Her ne kadar biz gözümüzü kaldırıp bakmaya cesaret edemesek de, Huzur bizi görüyor. Her ne kadar Huzur’un mübarek bakışının üzerimize düşmesi büyük bir bereket ve saadet vesilesi olsa da, bu esnada kişiliğimizin hangi yüzü ortaya çıkar ve Allah-u Teala kendisine kalbimizin hangi durumunu gösterir, bilinmez. Günlerce bu korku hali devam etti. Elimden gelen yarım yamalak duayı Allah’ın huzurunda da yaptım. Tek dileğim Allah-u Teala’nın örtücü davranmasıydı. Dışarıdan nasıl görünürsem görüneyim, içimi ben bilirim ya da en iyi Rabbim bilir. Ayrıca Huzur’un içimizde olup bitenleri görmek gibi bir merakı da yok, çünkü orada her yerde ve her seviyede zaaf ve eksiklikten başka bir şey yok. Allah’ın örtücülüğü sayesinde idare ediyoruz ve Huzur’un şefkatine nail oluyoruz. Ya Rabbi! Eğer bir gün bu seçkin kulun, içimdeki hali öğrenirse ne olur?

Allah’ın büyük lütfuyla aynı günlerde Hz. Muslih Mevud’un “Mansab-ı Hilafet” (Hilafet Makamı) kitabını okuma fırsatı buldum. Bu kitapta bir halifenin görevlerinin bir Peygamberin görevleriyle aynı olduğunu gördüm. Allah Kuran-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz’in (sav) görevini şöyle açıklar: “Yetlu aleyhim ayatihi ve yuzekkihim”  yani Peygamber Efendimiz onlara Allah’ın ayetlerini okur ve içlerini arındırır).

Bunu okuyunca içim rahatladı ve şöyle düşündüm; eğer biz günahkarların kalplerinin arındırılması görevi de halifeye verilmişse, o bizim hastalığımızı gördüğünde  mutlaka tedavi de edecektir. Allah-u Teala biz mahcup olmayalım diye onlara bu yetenek bağışlamıştır.   Son derece utanç verici saydığımız ve söylemeye cesaret edemediğimiz şeyler var. Allah kendilerine bunları bildirir. Bundan dolayı Allah kime ihsanda bulunmak isterse onun iç durumunu zamanın halifesine bildirerek  içini arındırır.​​​​​​​​​​​​​​​​

İşte böylece kalbim teselli buldu ve bundan sonra sadece Hz.Emirül Müminin’in huzurunda kendi zayıflıklarımı dile getirme cesaretini göstermeye başladım. Ayrıca ne zaman Huzur kalbimin içine bakıp bir şey söyledi ise, buyruklarını hak sözü olarak kabul ettim. Çünkü orası tartışma, kendini haklı gösterme veya doğruyu gizleme mevki ve makamı değildir. V.Halifetü’l Mesih (aba), karşısında oturanların mahcup olmamalarına zaten çok dikkat eder. Mecburi idari konular hariç hiç bir zaman doğrudan onlara soru sormaz. Kişiye özgün konular söz konusuysa o doğrudan yüzüne vurmaz, tersine ince bir şekilde nasihat eder. Anlamayan tahlihsizdir, anlayana ne mutlu.

Mesela eğer bir gün “Sizinle çalışanların durumunu da gözetiyor musunuz yoksa sadece patronluk mu taslıyorsunuz?” diye sorarsa, bunun cevabı asla ve asla “Hayır, hayır… Ben öyle değilim… Ben çok şefkatliyim… Ben asla öyle yapamam” olmamalıdır. Bunun cevabı sadece “Huzur, çalışanların durumunu kendimce gözetlemeye çalışıyorum, ancak hakkıyla bunun üstesinden gelebilmem için Huzur’un duasına muhtacım” diye olmalı.  Biz bugün bu kusurun bizde olmadığını düşünüyor olabiliriz. Ancak gelecekte böyle bir kusur bizde meydana gelebilir.  Çünkü her hangi bir amelimizin cezası olarak Allah kalbimizden merhameti alırsa  acımasız olabiliriz. O halde böyle durumlarda Halifetü’l Mesih’in huzurunda dua talebinde bulunmaktan başka bir şey yapılmamalıdır. Gaybı bilmek sadece Allah’a mahsustur. Ancak O  “ben onun bir kısmını seçkinlerime  de veririm” buyurur. İşte bu çağda V.Halifetü’l Mesih’ten daha büyük seçkini kim olabilir? O halde Rabbimizin o an halifenin kalbine ne ilham ettiğini nereden bilelim. Dua için ricada bulunma fırsatına gelince böyle bir fırsat kesinlikle kaçırmaya değmez.

Bugün bazı son derece iman artırıcı olayları burada anlatmak istiyorum. Bu olaylardan sonra Allah‘ın, V.Halifetü’l Mesih’e  derinlere kadar görme, orada bulunan soruları, düşünceleri ve hisleri sezme yeteneğini bağışladığı konusunda hiç bir şüphem yoktur.  

Bir olay  birkaç gün önce vuku buldu ve  mecazen değil gerçekten tüylerimi diken diken etti. IV. Halifetü’l Mesih’in (r.a.) bir soru-cevap toplantısı MTA’da yayınlanacaktı. Bu meclis hakkında Huzur Enver’den talimat almamız gerekiyordu. Ben daha sözüme yeni başlayıp, “Huzur, IV.Halifetü’l Mesih’in (ar)  bir soru-cevap meclisi var. Bu Kanada’da olmuştu…”

Henüz sadece bu kadarını arz etmiştim ki  kendisi şöyle buyurdu: “…ve o meclis İngilizce’deydi. Orada biri kalkıp Urduca soru sormuştu. 4. Halifetü’l Mesih hazretleri ona, meclisin İngilizce‘de olduğu için İngilizce sorması gerektiğini söylemişti. Bunun üzerine o kişi kendince İngilizce’de soruyu  sorduğunda 4. Halifetü’l Mesih hazretleri ona “Bu İngilizce değil!”  demişti. İşte bu meclis hakkında mı soracaksın?”​​​​​​​​​​​​​​​​

MKA South Regional Ijtema 2015

“Bu soruya gelene kadar hayrete düşmüştüm. Çünkü ben sadece  Kanada’da yapılan bir soru-cevap oturumundan bahsetmiştim. Kanada’da ise IV.Halife-tül Mesih’in  sayısız soru-cevap oturumu var. Huzur benim kendisine ne soracağımı nasıl bilmiştir? Hem de bu kadar ayrıntılı bir şekilde.  Sanki o her şeyi az önce ayrıntılarıyla incelemişti.  Hiç abartmıyorum, bunları görünce  aklım durmuştu. ‘Huzur, bunu nasıl bildiniz?’ diye soracak gücüm bile yoktu. Önce hangi oturumdan bahsedeceğimi bilmesi, sonra tam da benim rehberliğe ihtiyaç duyduğum konuyla ilgili olayı anlatması ve üstelik bu kadar ayrıntılı bir şekilde. Zihnim hala şaşkınlık dalgaları içinde boğulurken, kendileri ‘söyle bakalım, bu muydu?’ diye buyurdular.

Ben şöyle arz ettim “evet Huzur, sormak istediğim oturum  ve rehberliğinize ihtiyaç duyduğum konu da aynen buydu. Huzur-u Enver’in mübarek yüzünde dolu dolu bir gülümseme vardı. O anki  halime gelince, buna korku mu demeliydi, endişe mi yoksa şaşkınlık mı, şu an bu kelimeleri yazarken bile bilmiyorum. O anda gayrı ihtiyari olarak ‘Huzur, nasıl bildiniz?’ diye sordum. Şaşkın olmasaydım asla bu kadar rahat olamazdım. Buradan ne kadar afalladığımı anlayabilirsiniz. Kendileri cevaben sadece şöyle buyurdular: ‘Sen Kanada’daki oturum dedin ya. Yıllar önce MTA’da bu oturumu izlemiştim. “Sen bunun hakkında soracaksın” diye düşündüm.

Diğer taraftan ben hala şaşkın hatta çok şaşkındım. Biraz da korkmuştum. Huzur-i Enver, ilgili konuda talimat verip ‘başka ne diyorsun?’ diye sordu.

Bunun dışında soracağım iki üç konu daha vardı. Kağıtlarımı, notlarımı karıştırdım ama neyi aradığımı, neyi yaptığımı anlamadım. Başımı kaldırdığımda Huzur kendi işiyle meşguldü ve mübarek yüzünde hala huzurlu bir gülümseme vardı. İzin istedim ve dışarı çıktım. Dışarı çıkınca sanki başka bir dünyadan bu dünyaya dönmüş gibi hissettim. Bu olayı kime anlattıysam herkes “bu nasıl mümkün olabilir”  diye şaşkındı. Bazıları “mutlaka bir ipucu vermiş olmalısın” dediler. Ama Ben “hiçbir şekilde ipucu vermedim” diye onlara söyledim. Eğer Kanada demek bir ipucuysa, bu hiç ipucu sayılmaz. Çünkü Kanada’da onlarca soru-cevap oturumu düzenlenmişti. Ne oldu ve nasıl oldu, bunları açıklamak beni aşar. Ancak bu olay  kesinlikle oldu ve ben bunun görgü tanığıyım. Bu olay gözümün önünde vuku bulmakla kalmayıp benim şahsımla gerçekleşti.  Bildiğim bir tek şey var; Allah o an seçtiği kişiye özel bilgisinin bir penceresini açmıştı. İmanı artıran ve tazeleyen bu olaya şahit olduğum için kendimi şanslı sayıyorum.

Benzer şekilde, bir süre önce Ahmediye Cemaati’nin yaşlı bir hanımefendisi vefat etti. Onunla ilgili MTA Pakistan’dan bir program  yayın için hazırlandı. Bu, onun kişiliği ve karakteri hakkında yakınlarının konuşmalarından oluşmaktaydı. Üç olay vardı ki bunlar hakkında talimatı almam gerekiyordu. Bu programın kaydını bir DVD’ye alıp Huzur’un huzuruna çıktım. Huzur-i Enver çekmecesinden TV ve DVD oynatıcının kumandasını çıkardı ve bu programı önündeki TV’de oynatmaya başladı, ben de bir kenarda durdum. Huzur programın başından biraz izledi, sonra ileri sardı. Durdurup başlattığı yerden ben ‘Huzur, bir şey sormak istiyordum’ dedim (içimden ‘ne ilginç bir tesadüf’ diye düşündüm). Huzur bu konuda rehberlik etti. Sonra tekrar ileri sardı ve durdurup başlattığı yer tam da benim sormak istediğim ikinci konuydu (artık bu tesadüften öte bir şey oluyordu). Yine rehberlik etti ve sonra tekrar ileri sardı. Durdurup ‘Üçüncü konu da bu, sen bunu soracaktın değil mi?’ dedi. Arz ettim ki evet Huzur, tam olarak bu (artık buna kim tesadüf diyebilir?).​​​​​​​​​​​​​​​​

Hayretle Hazreti Emirü’l Müminin‘in mübarek yüzüne baktım. Sanki bunda şaşılacak hiçbir sebep yokmuş, bunların hepsi normalmiş ve hiçbir şey yaşanmamış gibi yüzünde bir sükunet vardı. 

Sormaya kimin cesareti var. Son derece edepli bir şekilde arz ettim; “Huzur, ben sadece bu üç şeyi soracaktım.” “Belki Huzur, perdeyi birazcık kaldırıp bunları nasıl bildiğini anlatır“ diye umuyordum. Fakat  o sadece şu kadar söylemekle yetindi:  “Pekâlâ, soracağını sordun ve cevabını da aldın.” Umudum boşa gitti. Bu hayret verici olayın arkasındaki ilmi sırrına varamadım.

Cuma hutbesine gelince o da böyledir. Şüphesiz herkes kabul edecektir ki hafta boyunca bir düşünce bizi meşgul eder veya bir sorun karşımıza çıkar ve biz onunla nasıl baş edeceğimizi bilemeyiz.  Evde çocuk bir soru sorar ama cevabı aklımıza gelmez. Ve Cuma hutbesi başladığında ya ilk cümleden itibaren kalbiniz “İşte! Bugün sorunumun çözümünü buldum” diye sevinir. İlk cümlelerde değilse Huzur hutbesinin devamında bir söz söyler ki bu zihninizin düğümünü çözer.

Bundan dolayı, Huzur bize sürekli telkinde bulunarak: “Zamanın halifesinin hutbelerini  pür dikkat dinleyin. Üzerine derinlemesine tekrar tekrar tefekkür edin. Onları aranızda tekrarlayın. Söylediklerini meclislerde anlatın” diye uyarır.  Huzur’un bu denli vurgulayarak telkin etmesi hutbelerinin bizim için bir can simidi olduğunu  gösteriyor. Hutbelerini can ü gönülle pür dikkat dinlediğimizde kalbimiz çoğu kez  şairin dediğini der:

Konuşmasının lezzetine bir bak

Anladım ki söyledikleri sanki kalbimin içidir  

Şu anda cemaatin kalbinde ne var ve hangi cevaba ihtiyaçları var, onlardan birçoğunun hangi konuda rehberliğe ihtiyacı var şeklindeki bilgiye gelince,  bu bilgiyi Allah dışında kim verebilir? Ahmediler düzenli olarak Huzur’a mektup yazar, sorunlarını anlatır. Ama hutbede milyonlarca insanın mektuplarına cevap verilmiyor. O halde yukarıda anlattıklarım nasıl mümkün oluyor? Psikoloji biliminde yaygın  olarak “kolektif psikoloji” diye bir terim var.  Yani bir toplumun veya milletin toplu psikolojisi. Fakat psikoloji biliminde bu terim belirli bir topluma veya bir millete uygulanır. Bu terimin kaynağı Alman psikolog ve düşünür Carl Jung’un kolektif bilinçdışı teorisidir. Buna göre belirli bir bölgede yaşayan, belirli bir yaşam tarzına sahip olan, belirli bir ırktan olan insanlar ortak bir bilinçdışının etkisi altında birçok eğilimi benimserler. Ancak söz konusu Müslüman Ahmediye Cemaati olduğunda, bu cemaat dünyanın her ülkesine yayılmıştır. Her kültürden insanlar bu cemaate dahildir ve kendi kültürlerinin yanı sıra inanç açısından Ahmedi Müslümandırlar. Bütün bunların nabzını yoklayıp kalp atışlarını okuyarak hutbede onlara rehberlik etmek, bu sadece ve sadece Hazret-i Halifetü’l Mesih’in özelliği olabilir.  Çünkü o Allah’ın bizzat seçtiği halifedir. İşte o halifenin sesi hakkında denilmiştir ki:

Gelen sesi dikkatle dinleyin

Çünkü bu seste sanki Allah konuşuyor gibi

Huzur‘un hutbelerinin her kelimesi zihinlerimizde dolaşan soruların ve meselelerin çözümüdür. Uluslararası düzeyde siyasi ve milli büyüklerin önünde irat buyurduğu konuşmaların her kelimesi birçok sorunun cevabını verir. Bu konuşmalardan sonra bu siyasi büyükler ve düşünürler çoğu kez şunu itiraf etmişlerdir: Biz hangi sorularla geldiysek, biz daha sormadan Huzur onların cevaplarını verdi. İslam hakkında hangi düşüncelerle geldiysek, aynı düşüncelerle geri döneceğimizi düşünüyorduk.  Ancak Huzur sanki ne düşündüğümüzü biliyormuş gibi konuştu ve düşüncelerimizi değiştirdi.​​​​​​​​​​​​​​​​

Huzur’un zamanı çok değerli olduğundan idari veya resmi görüşmelerde (ofis görevlileriyle mülakatta)  kişisel bir sorun gündeme getirilmez. Ancak çoğu zaman, zihnimde kişisel bir sorun vardı ve görüşmenin sonunda Huzur bizzat o sorun hakkında sordu. Veya resmi görüşmede sorulması gerekeni sordum  Huzur ise kendi işiyle meşguldür. Kalkma işareti olmadan hiç kimse oradan kalkmaz. Çünkü işaret olmadan, kim nur içinde yıkanan bu gül endamlının yanından kalkıp gitmek ister ki? Bu esnada Huzur  “Başka ne diyorsun?” diye buyurur. İşte o zaman bir şeyler arz etme cesareti doğar. Huzur sanki tam da bunu duymak istiyormuş gibi dinler. Ve bu sorun hakkında, her ne kadar kişisel nitelikte olursa olsun, büyük bir sevgiyle talimatlar verir ve rehberlik eder.

Eminim ki Huzur-i Enver’in huzuruna görüşme amacıyla çıkan herkes benimle hemfikir olup, her zaman Huzur’un bizim bir şey söylemek istediğimizi bildiği hissedilir. Hatta bazen ne söylemek istediğimizi dahi bilir gibidir.

Sevgili İmamımızın bu şekilde kalplerimizin derinliklerine kadar görebilmesi, bir taraftan bizim için korkma yeridir ve bizi  “ey Rabbimiz kusurlarımızı ört” diye  dua etmeye teşvik ederken  diğer taraftan şükür sebebidir. Çünkü Allah bize onun şahsında bir kalkan bahşetmiştir.  Bu kalkanın arkasında güvendeyiz. Kalkan normalde önde olur. Ve Huzur çok, çok öndedir. Biz ise arkadan sürünerek ilerlemekteyiz. Ancak Allah, Huzur’un kalbine arkadan gelenlerin kalplerinin halini aşikar eder.

Durum böyle iken biz neden kalbimizi halifemize açmayalım ve bunu evlatlarımızı da öğretmeyelim.  Mektup yoluyla herkes görüşme yapabilir. Neden mektuplarımızda kalbimizi açıp Huzur’un önüne sermiyoruz? Allah zaten Huzur’a kalbimizin halini bildirecek. Neden kalbimizin kitabını açıp kendimiz önüne koymuyoruz ve kendi tezkiyemizi  ve arınmamızı sağlamıyoruz?

Şair şöyle der:

Neden ruhumu ve bedenimi onun önüne koymasaydım

O zaten tabipti, o zaten tabipti​​​​​​​​​​​​​​​​

Start typing and press Enter to search